KIRIK OK - Kurzhaar von Karesi Beyliği - Burak Kabakcı

KIRIK OK


KIRIK OK (bölüm1)

Bir motor kazasının üzerinden geçen 3. Ayın sonunda kırılan kol kemiğim hala kaynama belirtisi göstermemişti. En zor kaynayan kemiklerdenmiş “humerus” adlı biceps ve triseps kas grubunun sardığı dirsek ve omuz arasındaki o sert kemik. Halbuki bu yıl, yay ile avlanmayı düşünüyordum… kol kırık, yay bir yanda bana bakar, şükrederiz canımız içimizde diye ama her dolunay çıktığında, mevsim yaklaştığında o heyecanın yerinde hüzün var bu sene.

Dostlar “üzülme, sıkılma geçer, sen normal hayatına devam et” diyorlar.  normal hayat! Gelde anlat bilmeyene  o hissi. Şımarık, kaprisli, çıtkırıldım, nazlı görünmeyeceğim diye rol yaparsın zoraki gülümsemelerle. Bilen bilir gülümsemenin altındaki boş bakışları, kederi. Ha birde deli, divane demesinler diye gizliden gizliye tüfeği omuzlamaya çalışırsın kan ter içinde evde kimseler olmadığı vakitlerde. Titreyerek de olsa, gözün arpacığı, dürbün içindeki (+) işaretini gördüğünde neşelenirsin, zamanı gelince becerebileceğini düşünerek.

Yaşlı, fakir bir ihtiyarın dillere destan güzeller güzeli atı, tüm ülkede nam yapmış. Öyle güzelmiş ki ihtiyarın atı, kral neredeyse hazinesini tamamını teklif etmiş at için ihtiyara, ama ihtiyar atı vermeye yanaşmamış. “o benim dostum” diyormuş vermesi için ısrar edenlere… “insan dostunu satar mı?”

Günlerden birgün ihtiyarın güzeller güzeli atı ortadan kaybolmuş. Çevresindekiler kızmışlar ihtiyara “böyle olacağı belliydi, o güzelim atın birgün çalınacağı. Eğer onu krala verseydin ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşayacaktın. Bak şimdi hiçbir şeysiz kaldın” demişler komşuları. İhtiyar “çabuk karar veriyorsunuz” demiş. “siz sadece atın kaybolduğunu biliyorsunuz, yarın ne olacağını kim bilebilir?”. At meğerse dağlara gitmiş kendiliğinden, ertesi gün oniki tanelik yabani at sürüsünü peşine takıp getirmiş. Köylüler “sen haklı çıktın biz yanılmışız, artık zengin bir adamsın” demişler. İhtiyar daha önce söylediklerini tekrarlarcasına “yine peşin hükümlüsünüz. Bu atın peşinde getirdiği sadece oniki tanelik sürü olmayabilir” dese de, köylüler ihtiyarın artık sevinemeyecek kadar bunadığını düşünmüşler. Olayın üzerinden henüz bir hafta geçmiş, ihtiyarın ona bakan tek oğlu, vahşi atların birini eğitmek isterken düşüp bacağını kırmış. Köylüler biraz mahcup, ”yine haklı çıktın, oğlun bacağını kırdı, sana bakan tek kişiydi o. Şimdi o iyileşene kadar perişan olacaksın”. İhtiyar tebessüm etmiş sadece daha önce söylediklerini tekrar etmek istemiş aslında ama köylüler zaten sezinlemişler yine “erken karar veriyorsunuz” diyeceğini ihtiyarın. Ülkede büyük bir savaş çıkmış. Ülke çok güçsüzmüş ve ordu çok zayıfmış. Tüm yaşayanlar seferber olsa bile düşman karşısında birgün direnebilme şansları bile yokmuş. Köydeki tüm gençler orduya katılmak durumunda kalmışlar, sadece yaşlı adamın oğlunu almamışlar askere, bacağı kırık olduğu için…

Bu hikaye de, hayatlar da böyle sürer gider ne anlatmakla sığar sayfalara, ne de ömür yeter bunu sonlandırmaya. Önemli olan hayattan umudu kesmemek ve yine hayattan fazla şey beklememektir. 

Omzumdaki kireçlenmeyi kısmen çözdüğüm tarihlerde sezon açıldı ancak ne üveyik ne de bıldırcın avı yapabilecek durumdayım. Sol kolum kırık, solak olmam avantaj. Sağ kolumla kaldırıyorum tüfeği, sol elimle sadece tetik çekmek yeterli. Ancak tüfeğin üzerinde dürbün varken yatabiliyorum üstüne. Dürbün yok iken nişan alabilmem mümkün değil. Keder yok içimde neşe var, dağlarda azılı bekleyeceğim için… yine incir ağaçları, yine mehtap, yine sessizlik, vahşetin çağrısı… niyetim avlanmak değil, bu durumdayken mucize beklemek olur esaslı avlar yapmak. Sadece o havayı koklayıp, o güzellikleri yaşamak itiyorum dağlarda. Biliyorum çünkü iyi edecek beni bu dağlar. “gitme” deyip gözünü arkada bıraktıklarıma hep böyle söylüyorum “beni bu dağlar iyileştirecek”. Israrda etmiyorlar çünkü biliyorlar durdurmak mümkün değil beni bu mevsimde. “ayı, domuz, çıyan bunları geçtik karanlıkta tek kolunla nasıl yürüyeceksin dağ tepe, kaynamamış kolunun üstüne düşersen ne olacak halin, etme!” diyorlar, “Allah büyük” diyorum.

Yeni dürbünüm 8x56. Avrupa’da tüm bek avcıları bu tip dürbünde karar kılmış, en çok bu dürbünden randıman almışlar. Fakat Avrupa’lı avcılar yüksek kulelerde en az 50 mt mesafeden, yemleme usulü ile daha evvelden alıştırdıkları hayvanlara yapıyorlar atışlarını. Benim ağaç dibinde tabure üzerinde, üzerime gelmesini bekleyip atış yaptığım domuzlarla aramdaki mesafe ise bazen 2-3 mt olabiliyor. Bu durumda her halükarda, dürbünün içinde domuz kaybolacak, hele gün batımında ne kadar başarılı olabilirim bilmiyorum. Yeni tüfek, yeni dürbün, kırık bir kola istinaden geliştirmeye çalıştığım yeni bir omuzlama tekniği ve tüm bu olumsuzlukların oluşturacağı psikolojik özgüven sorunu…

Yıllardır uğramadığım bir yer var. Bu yılki sel felaketinden sonra tarla yollarıda kapandığı için köy avcısı ve tarla sahipleri de beklemeye gidemiyor o muhiti. Lada Niva’ma yani kıratıma güveniyorum elbette. Başka bir kul icadı çekmez benim kahrımı.

 Bozuk yola girdim, konuçlanacağım yere birkaç yüz metre kalmıştı ki, yolun altında zeytinlikte çatırtılar duydum sonra yolu yukarı bölen o sürü. 20 tane kadar bir domuz grubu tam aşağıya iniyormuş ki benim sesimi duymuşlar ve o telaşla yukarı çıkmak için yola atmışlar kendilerini. Aslında çokta telaşlı değiller,  aheste çıkıyorlar,  güneş henüz tepede. Gelen giden olmadığı için, havalarında mevsim normallerinin çok üzerinde bir ısıda seyrettiği için domuzlar biraz ihtiyaçtan birazda arsızlıktan beslenme saatini tabir-i caiz olmasa da, raconu bozmuş durumdalar. Daha önceki domuz avı yazılarımda değinmiştim ama yinelemek istiyorum. Zinciri bozduğumuz için kendimiz ettik, kendimiz buluyoruz. Kurduda, çakalıda çobanlar öyle yada böyle yok etmişler. Bu yırtıcılar olmadığından en zayıf durumdaki domuz bile yaşıyor, popülasyon kontrolsüz üremekle kalmıyor, en zayıf halka olan bireyler bile yaşadıklarından ki bunlar hastalık taşıyıcısıdırlar, bağışıklık sistemi zayıf olan koyun, keçi gibi evcillere hastalık bulaştırıyorlar ve yapalım derken bozmuş oluyoruz. Hele ki o güzelim meyve ağaçları…  alt dalları kırılmış şanslı olanları. Bazılarının gövdelerini öyle zorlamışlar ki azılılar, öyle kemirmişler ki, koskoca ağaçlar kuruyup gitmiş.

Tam dirsek virajına oturuyorum tarla yolu üzerindeki. Dar bir pozisyon ama sezon başı henüz, incirler yeni yeni oluyor. Bu yüzden çok fazla iniş izi yok. Derin düşüncelerle beklemeye başladım sonradan aklıma geldi sinek kovucu losyonu sürmek tenime. Daha doğrusu aklıma getirdi kulağımın içinde keman resitali veren mübarek. Çantamdan losyonu almak girişimi, henüz yerimi alır almaz geldiğini ve şüphelenip beni dinlediğini düşündüğüm tek domuzun homurdanarak dağa çekilmesine, moralimin de düşmesine sebep oluyor elbette. Ama olsun vurmaya hatta atmaya bile değil, izlemeye geldim bu sezon. “Hayırlısıysa olacak, yok değilse olmayacak” felsefe bu. Sağlığını kaybedince anlıyor gidenin kıymetini.

 “edeple gelen, lütufla gider” Hz. Mevlana

Edebiyle gelip, selametle gitmişti azılı. İçim cız etti elbet ama, sezonun ilk günü hazırlıksızlık, tedbirsizlik ilk azılıyı cömertçe harcattı bana. Halbuki cemalini görmek ve belki de tatlı esen melteme,  azılının bıraktığı çürümüş gazel ve humus kokusunu duymak, eski anıları biraz olsun yaşamaktı arzum. Bunları düşünürken kokusu, cemali kadar özlediğim ayak sesini duyuyorum başka bir domuzun. Sessizlikte setlerden atlarken düşürdüğü taşların sesi, kuru dallara basarken çıkan, boşlukta yankılanan Alfred Hitchcock filmlerindeki can alıcı gerilim sahnelerinin arka fonundaki müzik sesini dinliyormuşçasına hissettiğim adrenalin… yukarıdan tamda benim oturduğum hizadan geliyor hayvan. Bu demek oluyor ki 2-3 mt mesafeden atış yapmak zorundayım ve set üzerinde olacağından boyum hizasına atış yapmak zorundayım. Bu durumda hemen ayağa kalkıp bana gelişini beklemeye başladım. Adım adım gelişini, yüzleşme anını. Usta domuz yeri hızlı hızlı koklayarak geliyor. Nefesi öyle net ki. Sağ elimle tuttuğum tüfek ayakta olduğumdan gittikçe ağırlaşıyor. Çünkü destekleyemiyorum sol kolumla. Heyecan, gücümü gittikçe tüketen saniyeler ve dakikalar. Tüfeği yüzüme almak zorundayım çünkü çıkar çıkmaz atış yapmak gerek. O kadar yakın çıkacak ki eğer gördüğümde yüzüme almaya kalkarsam hemen kaçar. Bunu biliyorum ama gücüm yok. Koskoca üç ay evde kolumu kıpırdatmadan beklemek öylesine zayıflattı ki kaslarımı.  Lafı uzatmaya hacet yok, domuz çıkmasıyla beni gördü ve büyük bir gürültüyle geri döndü.

Fiziksel dezavantajlarım yetmiyormuş gibi büyük bir stratejik hata yapmıştım.  Her şey benden yanayken orda beklemem doğru olurdu ancak. Hiç zaman kaybetmeden toparlanıp kontağı çalıştırdım. Işık yitmeden daha uygun bir yerin yolunu tuttum, arabadan inip hemen oturdum. Yeni geldiğim yer çukurda düz bir alan. Zeytinliğin içinde birkaç armut var. Meyve kalmamış ama azılılar koku uğruna talan edip kabuk bırakmamışlar armutların gövdesinde. Yüz metre kadar önümde bir yamaç, yamaçta toprak kaymasın diye oluşturulmuş setler. Zeytinlerin arasında birkaç incir ağacı. Oradan gelecek hesabıma göre domuz. Yüz metre kadar düzde yürüyüp bana gelecek sırtımı dayadığım seti aşıp arkamdaki incirlere ulaşmak için. Hesabım kısmen tuttu. Tek bir domuz yamaçtaki setlerin taşlarını döküyor atlarken korkusuzca. Ancak sonra ses yok. Dakikalar geçiyor ses yok. En son sesin kesildiği yerde gözüm hep. Kulağıma gelen zayıf bir hışırtı ve domuz 10 mt dikkaşımda. Bu inanılmaz, öyle sessiz ve öyle beklemediğim bir yerden geldi ki. Aniden tüfeğimi yüzüme almamla, domuzun şüpheyle yürümeyi kesmesi bir oldu. Birden çıkması avantaj sağladı  aslında kısmen bana. Ses kesildiğinde ümidimde kesilmişti çünkü. Heyecanım azaldığından sağlıklı atış yapabilirdim.

Yüzledim, noktaladım, tetiğin boşluğunu aldım, nefesimi verdim, tetiği kestim. Genç Karapürçek erkek yığıldı. Fakat dürbünün acemisi olduğum için istediğim yerden vuramamışım. Bu yarayla çabuk bir ölüm söz konusu değil.  Kalbine bıçağımı saplayıp acısına son verdim, heyecan, sevinç, hüzün ile. Bir parçada pişmanlık var derinlerde. bu his son zamanlarda yükseliyor ben bastırıyorum. Çünkü biliyorum ki çıkmasına izin verirsem o tetik bir daha düşmez, o heyecan biterse ayaklar artık dağlara yürümez, gitmez... gitmez.

“Zevkin kaynaklarında öyle bir acı var ki, çiçekler arasında bile olsa boğazımızı yakar” Lucretius

 

KIRIK OK “DİRİLİŞ”

(BÖLÜM II)

 

“Umduğunu bulamazsan, bulduğuna şükredip de kal” der şair. Ama bunu becermek zordur. hayalleri hep büyükler süsler.  Büyük umutlarla çıkmamak gerek sefere bulduğunla yetinmek için. Böyle olduğunda mutluluk kaçınılmazdır.

 Her akşam, biraz incir toplamak, biraz yaban havası solumak, manzara izlemek, sessizliği dinlemek için gidiyorum dağlara. Domuz gelirse eğer, görebilirsem avlamış ilan ediyorum kendimi. tüfeğimi doğrultabilirsem, dürbüne sokabilirsem daha büyük başarı… vurma hayalim bile yok. Geçen sezonlarda sadece azılı hayallerim vardı. Sürü veya yavrulu geldiğinde taş atıp kovalardım.  Bu sezon kırık bir kolla öyle acemice davranıyorum ki, azılı avlamam mümkün değil sanıyorum. Tüfeği doğrulttuktan sonra, koluma zarar vermeyecek şekilde omzuma emniyetle oturtmaya çalışmak ve 8x56 ile bu işi becermek hayal.  Hayalin peşinden koşmak gerek ama koşacak cesaretimde, gücümde yok. Kolumu kullanamadığım 4. Aydayım. İdman yapamadığım ve hatta küçük ağırlıklar bile kaldıramadığım için omuz-kol kas grupları çok zayıfladı.

Üzülme dert etme can!

Görebiliyorsan, dokunabiliyorsan,

Nefes alabiliyorsan…

Ne mutlu sana.

Elinde olmayanları söyleme bana,

Elinde olanlardan bahset can,

Üzülme!

Geceler hep kimsesiz mi geçecek?

Gidenler dönmeyecek mi?

Yitirdiğin her ne ise; bir bakarsın yağmurlu bir gecede,

Veya bir bahar sabahında karşına çıkmış.

Bil ki güzellikler de var bu hayatta.

Gel Git’lerin olmadığı bir hayat düşünebilir misin?

Hüzün olgunlaştırır, kaybetmek sabrı öğretir.

                                                       HZ. Mevlana

 

Güneş henüz yukarıdayken ilk önce yavrulu domuzlar gelir incirlerin yere döküntülerini temizlemek için. Sonra orta boy sürüleri gelir, alt dalları temizlerler. En son azılılar gelir. Onların döküntülere falan ihtiyacı yoktur. Ağacın gövdesine vurarak yukarıdaki en olgun incirleri dökerler yere, sükunetle karınlarını doyururlar… ilk gelenler yarışırlar birbirleriyle döküntüleri ilk önce temizlemek için. Azılılar ise aheste, ağır ağır gelirler kendilerinden emin. Çünkü zaten kendini yiyeceğini kendisi dökecek. Nasipleri olgunlaşmış onu bekliyordur. Ağır, dinleyerek, koklayarak gelirler. Benim, bu halimle onun yetenekleri karşısında rakip olmam sanıyorum söz konusu değil.

Ay o kadar güzel ki, bugünlerde avdan sonra havanın iyice kararmasını bekleyip mehtabın denize yansıttığı yakamozları, artık iyice olgunlaşmaya başlayan dolgun zeytinlerin üzerine vuran ışığın güzelliğini, göç eden arı kuşu sürülerini gecenin bir yarısında tek tek görmenin keyfini,  zeytinler arasında böcek kovalayan yarasaların gecenin rengi ve sessizliğiyle kanat seslerinin bütünleşmesini anlatmam mümkün değil.  Ayın cazibesi, etkileyiciliği ormanda iken tarifsiz.

“Bu Dünya evini nasıl yürütür Tanrı;

Ay nasıl yükselir, ufaldıkça ufalır;

Her ay nasıl bütünlenir dolunay;

Deniz üstünde niçin bu yeller,

Eurus’un getirdiği;

Nerden gelir  bulutları yapan tükenmez su”

Propertius

Böyle bir gece daha geçiriyorum ormanda. Geçeceğini tahmin ettiğim yerlerden yabandomuzu inmedi. Geçenler tatlı tatlı feyk attılar bana ama dert etmedim.  “artık geç oldu, kalkmak gerek” diye düşünüp hazırlık yapacakken bir çatırtı duydum. O akşam köye çok yakın iyi bahçelerden birindeydim. Ummadığım yerlerden geçen hayvanların dışında sırtımı verdiğim kış deresini içindeki küçük ve bal gibi incir yapan bir ağaca gelmişti azılı. Poyraz kokumu ona gönderdiği için kokumu alıyor, homurdanıyor ama yinede beslenmeye devam ediyordu. Aşağısını kesip atış yapmak mümkün olmadığından bakmıyordum bile. Birden beklemediğim bir hadise oldu ve 3-4 mt yanımdan çıktı azılı. Tüfeği doğrultup dürbüne sokana dek görüşümden çıktı.  Ondan önce ise gelen 8-10 luk takriben 1 er yaşındaki sürüye ise atış yapmamıştım.  Sonradan gelen domuz barut kokusundan hatta kan kokusundan huylanmasın diye. Bir defasında 2 anne ve takriben 20 yavrudan oluşan bir grup gelmişti beklemeye gelir gelmez. Atış yapmayacaktım tabi ki ama idman olsun diye dürbün atmak istedim anne huylandı gürültüyle uyarınca yavrularını büyük bir süratle uzaklaştılar. Bu olaydan yarım saat sonra gelen tek domuz ise 50 mt kadar yukarıda rüzgarın kesinlikle kokumu almasına müsaade etmeyecek şekilde estiği halde huylandı. Bağırıp çağırıp geri döndü. Şaşırdım ama sonradan, sürünün kaçarken korku ile bırakabileceği bir koku olabileceği ihtimali üzerinde durdum. Bu korkunun kokusunu alan tek domuz bu yüzden dönmüştü bence. Bu yüzden gelen sürülere atış yapmadığım gibi, kendimi fark ettirmemeye eğer fark edeceklerse de beni geçip aynı istikamette yollarına devam edecekleri şekilde olması için elimden geleni yapıyordum.  O akşam bunu becermiştim gelenler mutlu, huzurlu beslenip ayrıldılar bahçeden.  Gelen çatırtı hızlı adımlarla, korkusuz yaklaştı tam istediğim yere.  Hızlı adımlarla geldiğinde çok heyecanlanmam çünkü dikkatsizce geliyor ki bu tecrübeli, büyük, güçlü bir azılı olamazdı beklediğim gibi. tam 10 mt kala tüfeği yüzledim, durdu. Bana doğru fakat hafif çapraz duruyordu. Fazla beklemeyip atışımı yaptım, hemen yığıldı. Tahmin ettiğim gibi çok büyük değildi, yine 1 yaşında bir erkek. Ama ben çok mutluyum. İstediğim yerden vurabilmiştim bu defa. Kim bilir tedbirsiz bir azılı gelebilirdi belki de ve böyle bir atış yapabilecektim bu  durumda.  

Dediğim gibi aslında kalkmaya hazırlanıyordum ama hem avımı biraz daha seyretmek hem de bu güzel akşamın tadını çıkarmak adına biraz daha beklemeye karar verdim. Fakat taburemi avın tam vurulduğu yere onun yanıbaşına aldım. Recep usta’dan öyle öğrenmiştim.  Eğer sonradan gelen domuz aynı istikametten giriyorsa, bir önceki domuzun kokusunu takip eder ve onun kan kokusunu aldığında hemen ger döner. Ancak yanında beklediğinizde bu olmaz çünkü zaten rüzgar geliş istikametinden size doğru esiyordur. Bir önce vurulan av ile burun buruna gelmesi gerek onu fark etmesi için.  Vakit geçtikçe hava soğudu hazır devre arası  verilmişken bir kısa kollu ve birde polar mont giydim üzerime.

Taburemi çekeli henüz 15 dakika olmuştu ki aynı istikametten bir çatırtı daha duydum. Setlerden atlarken döktüğü taşların sesini, öylesine yakın hissediyordum ki adeta yanı başımda gibiydi. Bu beni çok heyecanlandırdı. Nabzım yükseldi, hemen kontrole geçtim. Derin bir nefes alıp yarın yapacağım işleri düşünüp aklımı ayırıp, kulağımı verdim seslere. Koşar adım geldi beşli sürü. Saat bir hayli olmuştu kalkma hazırlığı yapıyordum zaten bunlardan sonra beklemeyi düşünüyor değildim. Atış yapmaya karar verdim. Bir şeylerden şüphelendiler ama tam olarak algılayamadılar beni. Geri dönmediler sadece durdular. Benimde istediğim buydu zaten. Yüzleyip pozisyon olarak iyi bir tanesini seçtim. Atış yaptığım halde diğerleri bir-iki adım atıp durdular. Bir tane daha vurabilirdim aslında ama doymuştum tabir-i caiz ise. Neden sonra hareket etti kalan sağlar ve gözden kayboldular. Atış yaptığım yerden 20 mt kadar ileride can vermişti ikinci avım. Zeytin tarlasındaki iki genç erkeği, elbette zorlanarak tek kolumla çekip, beklerken arkamı verdiğim kış deresine sürükleyip yuvarladım aşağıya. Elbette tarla sahibinin hediye yağmuruna, sevinç gösterisine ve tek kişilik bayramına maruz kalacaktım ertesi gün.

 Köy kahvesine gittim av dönüşü ev yolunu tutmadan evvel. Sohbet bu ya; Konudan konuya,meseleden meseleye. Av konusu anlayamadığım biçimde siyasete, futbola tekrar ava… saat nerdeyse gece yarısı olacak. Merkezde dondurmacıya yetişmem gerek kapatmadan. Topladığım taze incirlere karşılık, enfes dondurmasından ikram eder çocukluk arkadaşım her seferinde. Taze dondurma her zaman nasip olmaz, hele “kazandibi” si olurmuş bu dondurmanın. Makina da karıldıktan ve kıvama girdikten sonra dibinde kalan kısmıymış meğerse. Antiparantez aklınızda olsun.  Onca heyecan acıktırdığından kaçırmak istemiyorum bunu. Hemen kontağı çalıştırıp yola koyuldum. Köy yolundan çıkıp anayola çıktım. 3-4 km gitmiştim ki düzde tam yolun ortasında duran, önce eşek sandığım göğsü yaşından ve formundan neredeyse yere deyecek olan azılıyı gördüm. Hafifce frenleyerek 1 mt önünde durdum. Muhteşem! İnanılmaz afalladım. Çok iri ayakları vardı, dişleri pırıl pırıldı. Bazen bana bazen de istikametine bakıyordu. Farlar gözünü almış olacak gözyaşı kanalı ıslaktı çünkü. O kadar sakindi ki rüya gibi. neden fotoğrafını çekmek aklıma gelmedi bilmiyorum, podyumdaki manken gibi poz veriyordu bunu istiyormuşcasına. Korna çaldım nedense! Birkaç hamlede geriye döndü mağrur azılı. Ya özgüvenden, ya alışkanlıktan, yada yaşlılıktan eklemleri ağrıyor olmalıydı. Yolun kenarına geçip yine durdu dönüp bana baktı. Bu benim gibi bir müptela  bir domuz avcısı için, görsel bir şölen.

Eve dönüp yatağa girmeden önce bilgisayarıma o gece vurduğum avın resimlerini yükleyip izledikten sonra uyurdum ama gördüğüm karşısında iki genç erkeğin hiç değeri yok gözümde. Bu benim için piyango gibi bir şey. Hayvan öyle alışmış ki insana, ışığa, araca, geçici sakatlığımın bana verdiği dezavantajlar vız gelir bu hayvana. Kokumu bile alsa geri dönmez, hatta varlığımı fark etse tedirginde olsa yoluna devam eder bence. Öyle bir umarsızlık vardı. Çok heyecanlandım. kendi kendime hatta aileme söz vermiştim hırs yapmayıp usulünce avlanacaktım. kendime zarar vermeyecek biçimde, risk almadan bekleyecektim, ama olan olmuştu işte.

 Peşine düşeceğim, izini sürecek, durmadan kovalayacak ve avlayacağım!

“Kendi kendimize verdiğimiz sözü tutmak,

En çabuk unuttuğumuz şeydir ne yapsak…

Aşk mı kaderi kovalar kader mi aşkı,

Daha kimse çözemedi bu bilmeceyi…”

                                 Hamlet’ten,

                                William Shakespeare

 

 

KIRIK OK “TUTKU”

(BÖLÜM III)

 

O gece sabaha karşı yağmur yağdı, hem de esaslı bir yağmur. Yağmur yağdığı günden sonraki akşamlarda yabandomuzu beklemek sadece temiz hava almaktan ibarettir genellikle. Yağmurdan sonra toprak yumuşar, koku verir. Su ihtiyacını azda olsa çiğnediği çimenden ve kayalardaki doğal taslardan giderebilir hayvanlar. Ayrıca aşağı inmek rotası olsa da domuzun, inene dek o kadar çok bitki, kök kokusu oyalar ki onu, geleceği saati asla kestiremezsiniz.

Arabada giderken anayolda gördüğüm azılının izleri silinmemişti ama bir sonraki akşam taze izde bırakmamıştı yağan yağmurun düzelttiği, izleri sıfırladığı toprağın ve patikanın üstüne. Yinede 2 akşam ardı ardına bekledim o azılıyı, gelmedi. 3. Akşam yine azmettim bekledim. Toprak yumuşak ses yapmıyor, denizi, manzarayı izlerken öyle bir gelmiş ki domuz ne ben onu duydum ne o beni gördü neredeyse ayağıma basacaktı. davranınca refleks ile geri döndü uzaklaştı. Ama beklediğim azılı değildi gelen. yine yaşında bir genç. “lise talebelerini ağırlamaktan usandım.”

bir sonraki akşam geçen yılın rekor azılısını vurduğum geçemeğe gitmeye karar verdim. Ormanı, zeytin tarlasından ayıran bir sınır tarla yolunda oturup, sırtımı tarlaya yüzümü ormana verdim. Çok iri bir azılı geçmiş solumdan birgün evvel. Sağımdan ise birkaç sürü inmiş. Henüz tüfeğimi doldurmadan dağın kayalıklarından inen sürüyü gördüm. Harika bir manzaraydı. Bir anne ve 5-6 kadar yavru umarsız, korkusuz ama sakin ilerliyorlardı. 50 mt kadar solumdan ineceklerdi, oraya doğru sessizce yürüdüm ayak seslerim duyulmuyordu bence ama virajı geçip de yola ilk inen 2 sevimli yavrunun tedirginliklerini görünce ses çıkardığını anladım botlarımın. Beni görmediler ama tedirginliklerini görüyordum anne temkinli inmemiş. Neden sonra, belki de anne kokumu aldı, yukarı çıktılar tekrar. Bende gülerek geri döndüm oturduğum yere ama meğerse onlarda o yöne gelmişler. Bir süre bakıştık sonra fazlada ürkmeden yollarına devam ettiler. Çok ama çok keyifli bu iş. her akşam işe gider gibi gelip beklemek ve çok az insanın şahit olabileceği filmler izlemek özel hissettiriyor.

Bir süre sonra irice bir porsuk indi yola, beni hissetti hatta gördü. Ama yaklaştı bana, inanmayacaksınız ama burnunu bana doğru uzatıp koklamaya başladı. Sonra tekrar yerde bir şeyler aramaya devam etti. 10 dk.  kadar yanımdan ayrılmadı. Geçen sezon bazen ava kurzhaarlarımdan birini getirip yanımda oturturdum. Vurulup da kaçan domuzun izini sürsün, düşüp öldüğü yeri haber versin diye. Bu yıl kolumdan dolayı köpek taşıyamıyorum ama adeta yanımda bana eşlik eden porsuk kurzhaarımın boşluğunu dolduracakmış gibi durup güldürdü beni ve geldiği gibi sessizce uzaklaştı. O gider gitmez sağımdaki sürünün geçtiğini düşündüğüm patikadan, düşündüğüm sürü geldi. Bir önceki sürü ile aynı büyüklükteydi yavrular ama bu farklı bir sürüydü. Önce anne indi beni hissetti ama anlamadı. Sonra teker teker yavrular atladılar patikadan, bahçeye devam ettiler.  Tam o sırada azılının ineceğini düşündüğüm patika hizasının üzerinde bir ses duydum. Ama sağımda da aynı esnada pati sesleri, başımı çevirip sağa baktım bir şey yok. Sanıyorum yine porsuk… önemsemedim. Sola, azılı hayalime bakıyorum ama ikinci defa bir ses yok. Sağımdaki pati sesi iyice yaklaşmıştı. Tüylerim ürperdi. Ayı olabilirdi çünkü. Bu kadar sessizce ancak ayı yaklaşabilirdi ve yolu bulduktan sonra yoldan devam etmeyi çok sever bu hayvan. Meğerse iki adet çakalmış o patilerin sahipleri.  2 mt kadar yanımda durdular, sonra porsuk gibi umarsız indiler aşağıya.

Takriben yarım saat sonra, biraz önceki sürünün geldiği istikametten bir kızılca kıyamet daha. Nasıl bir gürültü, inanılmaz! Hangi kuşbeyinli domuz böyle tuhaf, inadına “bir çakal, bir ayı gelsinde bize saldırsın, bir avcı duyup bizi vursun” dercesine sesler çıkarır inanılır gibi değil. ortaboy köpek kadar büyümüş bir sürü inmeye başaladı aşağıya ama seslerde hiç değişme yok. Belediye bandosu solda “0”! sağımdan onlar indikçe ben hayretler içinde izliyorum, aşağıya inen arkama geçiyor kokumu alması gerek buna rağmen bağırışlarda kesilme yok. “Bu sürünün ömrü kısa” diye düşünürken beklediğim azılı geldi soluma. Çatırtı sesini duyupda yukarı baktığımda yüreğim ağzıma geldi. 50 mt kadar yukarıdan yavaşca koklayarak ve aşağıya inen densizleri dinleyerek adım adım ilerliyordu. Kıpırdarsam eğer kesin beni görecek çünkü aşağıdakileri haytaların sesine o’da şaşırmış olacak ki onları dinliyor, bu yüzden de benim istikametime bakıyor. İnmeye devam ederken bir çalının arkasına geçtiği anda tüfeğimi yüzledim ama yüreğim ağzımda, çıkar çıkmaz ateşleyeceğim. Orada kaldı. Bir adım bile atmıyor. Sanki beni fark etti, ama fark etmemiş gibi yapıp yolunun üzerindeymiş gibi o çalının arkasına geçti ve şimdi o çalının arkasından beni izliyor! Ben onu göremiyorum ama o beni görüyor. Yüzüme aldığım tüfeğin ağırlaşmasını, kolumun titremeye başlamasını, tuttuğum nefesimin artık tutamadığımda, dakikada bir verişimi ve yüreğimi, yüreğimin sesini dinleyip benimle oynuyor!

“silahı tutmak değil, silahı tutanın karşısında durmaktır.

Silahı tutan değil, silahı tutanın kalbini tutan bilir zamanı!”

Silah da bende, güç de bende, yürekte… ama yüreğimi avucunun içinde tutan hasmım sordu bana; “vakit geldi mi?” sonrada arkasını dönüp kendini göstermeden uzaklaştı. Burnumdan soluyordum. Arkamı dönüp içlerinden en iri olanı yani anneyi seçip tetiği kestim, sürünün üyelerinin artık anneye ihtiyacı zaten hem ayrıca yola ilk önce deneme tahtası gibi yavrularını gönderen, güvenliğinden emin olduktan sonra kendisi inen ve yavrularını böylesine tedbirsiz yetiştiren bir anneye atış yaptıktan sonra, hiç de içim sızlamadı. tarla rampa aşağı yuvarlanmaya başladı. Bir kez daha ateş ettim ama havaya!

Tüm kozların elinizde olduğunu düşündüğünüzde bile bozguna uğradınız mı hiç? Üstelik bu bir doğa oyunu; rüzgar, koku veya tüm dikkatinize rağmen istemeden çıkardığınız bir ses bir çıtırtı değil de, rakibinizin, hasmınızın biraz şansıyla birlikte zekasını birleştirip sizi pisi pisine alt ettiği oldu mu? İşte bu insanı çileden çıkarıyor. Sezon başında hiçbir beklentim yoktu çünkü yeteneklerimin ve becerilerimin yarısını, silah değişimi ve geçici sakatlığımdan dolayı kaybetmiştim. Ama kaybettiklerimden değilde, onun şansından ve zekasından alt edilince… bu resmen benim için bir bozgundu. Biraz sakinleşip, toparlandım ve tripoduma kameramı kurup, objektife domuzun arkasına geçip sahte bir gülümsemeyle mutluluk pozu verdim.

Aslolan şu ki, benim son günlerde hasmımda hımsımda kendimim.  Bu geçici sakatlık ve ne zaman iyileşeceğim konusundaki belirsizlik beni deli ediyor. Normal yaşantıma dair hiçbir şey yapamazken nasıl sakin kalabilirim ki aylarca? İnsan böyle anlarda bir günah keçisi arar, kendine ettiğini kimse etmez çünkü insanın. Kendini hasım edemeyeceğine göre, bir rakip bulmak gerek.

“Bir insanın yaşam boyu en büyük savaşı kendiyle olan savaşıdır.

Kendini yenen insan, en büyük zaferi kazanmış demektir…

Karar verdim ben bugün savaş açtım kendime,

Yeneceğim kendimi, geleceğim kendime…”

                                                                            Orhan Gencebay

 

Afrika’yı anlatan belgeselleri izlerken değişik açılardan bakarım bazı küçük sahnelere. Bu sahnelerde değişik hikayeler saklıdır. Bazen komik, bazen duygusal, çoğu zaman acımasız bazen de dramatik… bu belgesellerin birinde bir aslan vardı. Güçlü dominant bir dişi aslan. Bir av esnasında, sol ön ayağı kırılıyordu. Basit bir kırık, ama doğa acımasız. Av peşinde koşamadı bu aslan. Hep sürünün kırıntılarıyla, artanlarıyla beslenmek zorunda kaldı bir süre. Sonra Serengeti’den Masai Mara’ya olan büyük göç de zaten zayıflamış hem de ayağı kırık olan aslan sürüyü takip edemedi. Çakalların, sırtlanların alaylarına, küçük düşürücü bakışlarına maruz kaldı önce, ama hep mağrurdu. Yüzü de, boynu da hiç düşmedi son nefesinde, hep dik kaldı.  Eğer aslan hayvanat bahçesinde yaşıyor olsaydı en fazla 3 hafta hadi bilemedin bir ay sonra eskisi kadar sağlıklı olacak, yaşayacaktı. Burada deyindiğim kafeste mi yaşamak iyidir, özgür yaşamak mı? olgusu değil elbette. Anlatmak istediğim şu ki, hergün ağırlık altına girip tonlarca kilo kaldırıp, dağ tepe koşturan, ne şartlarda her nerede olursa olsun günün sonunda yorgunluğu ciğerlerine kadar işlediğini hissetmeden başını yastığa koymayan,  kol ölçüsü 1 cm düştüğünde spor salonunda sabahlayıp, karın kasları biraz kapalı göründüğünde aynada kendine bakmaktan utanıp neredeyse safsu diyeti yapan bir adam için, günden güne gücünün azaldığını, omuzlarının düştüğünü izlemek ve tüfeği doğrultacak güç olsa da tutamamak zor… çok zor.

Ertesi gün köyün yukarısına dağa değilde altına gidip biraz iz kestik. Yağmur sonrası bir bahçeye çalışmış çok sayıda iz gördük. İri izlerde vardı içlerinde. Bir zeytin tarlasının tam ortasında, 30 mt kadar önümdeki bir incir ağacını bekleyecek, sol taraftan gelmesi muhtemek ava, geliş hızına göre ya incire doğru gelirken yada incire gelip ilk önce dibindeki döküntüleri temizleyecekken atış yapacaktım.  İncir deli incir. yani budanmamış çalı gibi kapanmış bir incir. Küçük bir ihtimal; incirin arka kısmından gelen fakat doğrudan incirin içine girip atış yapmama ve görmeme müsaade etmeyen azılıyı göndermek durumunda kaldım. İlk şansım yine gitmişti ama henüz yeni gelmiştim ayrıca solumdan bolca domuz geleceğinden eminim.

Yine yanıldım, sağımdan sessizce geldi bu defa. Yerler otsuz ve yağmurdan tavlı. 5 mt sağımdaki zeytinin altına geldi sonra ağır ağır ilerlemeye başladı sağımdan önümdeki incir istikametine. Soğuk soğuk terledim. Öyle bir omuz silkerek yürüyor ki biran ayı sandım. 5 mt kadar sağımda yan dönmüş ilerliyor değişik tarzıyla. Şekli belirdiğinde ayı olmadığını anladım elbette. Tüm bunlar yazdıklarımı okuma süresinden daha kısa bir zamanda oluyor elbette. Tüfeği yüzlediğimde durdu. Klasik yabandomuzu davranışı. Hareketinizi sezinler fakat sizi çözemez. Çözmek için bekler. Bu size atış için yeterli zamanı verir. Dürbün  yaptı yapacağını o kadar yakın ki dürbünün içindeki domuzun bedeni mi, yoksa toprak mı afalladım biran. Sonra burnuna doğru çevirince ışıkta parlayan gözünü gördüm ve emin oldum. Göz hizasından biraz aşağıya alıp atış yaptım. Hayvan yığıldı. Çene ile göz arasında bir yerden vurmuşum, kolay can vermeyecek. Bıçağımla kalbini durdurdum. Önce sevindim istediğim gibi değildi elbette ama azılıydı. Ama sonradan sevincim şaşkınlığa döndü. Domuz üç bacaklıydı. Daha doğrusu sağ ön ayağı yoktu. Çok uzun bir süre önce başına gelmişti gelen, çünkü yenilenen dokunun altında bastığı için nasır bile oluşmuştu ve kilosu da gayet iyiydi. Bu adeta bir kara mizah.  Allah “beterin beterini ben sana insanla değil, hayvanla anlatabileceğim ancak. şükürden acizsin” diyordu bence…

“ben yokluğu yalnız bende sanırdım,

meğerse ne yokluk çekenler varmış.

Derdimi herkezden fazla sanırdım,

yoklukla yaşarken ölenler varmış.

Ey gönlüm sen benden neler istiyorsun,

Mutluluk yetinmektir bunu bilmiyorsun.

Neden şu haline şükür etmiyorsun, isyan ediyorsun?

Sus gönlüm sus artık, dertsiz ömür olmaz.

Her şeye çare var, ecele bulunmaz.

Görmedin mi Dünya hırsın kurbanıdır,

Sende mi hırsına mağlup oluyorsun?

Dünya gurbetinde birer misafiriz,

Doğarken ne getirdin, ne götürüyorsun.”

                                              Orhan Gencebay

 

KIRIK OK “İHTİRAS”

(BÖLÜM IV)

 

 

 

 

 

“Geleceği merak etme, nasıl olsa gelecek. Ama gelecek olanı iyi düşün, çünkü aklından silinmeyecek.”

                                                                                                                                                            Balzac

Bu hikayeyi sonunu bilmeden yazıyorum. Yaklaşık 2 aydır hergün azılı peşinde koşuyorum ancak istediğim gibi bir azılı avlayamadım hatta atış bile yapamadım. Normalde yazılarıma başlamadan önce maceranın bitmesini beklerim. Fakat biliyorum ki bu hikaye de mutlu son yok. Ayrıca kısa bir süre sonra ikinci bir ameliyat geçirme ihtimalim var. Eğer durum böyle olursa bu hikayeyi tamamlayacak kollarımdan biri tekrar alçıya alınacak. Onun için iki aylık azılı takibimi günlük tutarcasına yazıyorum.

O gece yine ay var. Sayısını benim bile unuttuğum kadar çok domuz avladığım sanki vuruldukça çoğalan bir domuz geçidi potansiyeline sahip bir tarlaya geldik o gece Recep usta’yla beraber. Farklı bir yer denedik. Kış deresinin ikiye böldüğü tarlanın ilk parçasına oturup sırtımı dereye döndüğümde dereden gelip arkamda derenin içindeki incirlerde beslenen domuzların seslerini dinlemekle yetinmek durumunda kalırdım her zaman. Diğer parçaya oturum dereden geçecek domuzları beklemeye kalksam ilk parçadaki domuzları göremezdim bile. Öyle bir yer kestik ki tarlayı bölen derenin üst sınırındaki ilk incirde beslenen domuz, o incirden çıkıp dereye inecek, sırtımı dönüp oturduğum ve ses dinlediğim incire gelene dek izlediği yolda (60m kadar) ki o yol o kadar açık ki, rahat rahat atış yapabileceğim. Üstelik diğer parçadan da ses geldiğinde arkamı döner dönmez atış yapabileceğim.  Bu tarlada 2 yıl önce yavrulu bir anne aynın tacizine, kısmen saldırısına uğramıştık beklerken. Bu yıl ayı izi görmedim o tarlada hiç. Biraz geç oluyor bu tarlanın inciri sanırım biraz daha zamanı var. Yerimizi alıp oturduktan sonra, ayının bize o gün nasıl saldırdığını, zeytin altında üzerimize atıldığında içkiler dökülmesin diye (hem de ayı ile aramızdaki mesafenin iki metre olduğunu düşününce)hangi akla hizmeten içecekleri kenara çekmeye çalıştığını sorup alaya aldım Recep Usta’yı. Güldük bol bol ama kahkahayla değil, sessizce. o gece dolunay vardı, yine gecenin rengi inanılmaz. Beklemeye başladıktan yarım saat sonra beklediğimiz ilk incir istikametinden, incir ağacı altındaki kuru dalların ve yaprakların çatırtısını duyduk ve azılının ağız şapırtısıyla birlikte dişlerinden çıkan sesi. Mesafe uzak olmasına rağmen meltem bize doğru estiği için ve boğazın adeta bir ses iletkeni görevi yaptığı için ses çok yakın geliyor.o incirden çıktığını yeri buharlı tren sesini indirir gibi yeri koklayarak her adımında “puf puf” sesini çıkarmasından anladık fakat daha kendini göstermeden çok derin bir nefes verdi bizi fark ettiğinin ilk işaretini gösteren. Sonrada o meşhur böğürtü. Bu bana küfür gibi geliyor, asap bozucu. Bilgisayara oyunlarında oyunu kaybettiğinizi belirten “GAME OVER” ibaresi gibi bir şey bu.

Neyse ki  daha çok erken. İzlere bakılırsa daha çok domuz gelecek. Umudum boşa çıkmadı. İlk gelen domuzun geldiği aynı yerden dörtlü bir sürü geliyor. Apaçık ortadalar birinci incirden ikinci incire gelen yola düştüklerinde. Ben onlara 60m mesafeden 45 derece kadar yukarıdan çapraz bakıyorum ve onlar yaklaştıkça mesafe azalıyor. Bu yer o kadar güzel ki bir türlü alışamadığım dürbünüm burası için yapılmış sanki. iddialı domuzlar olmadığından doya doya seyredebilmek adına bütün yolu geçmelerine izin veriyorum. Tam altıma geldiler ve durdular. İçlerinden birini seçip atış yapıyorum. Hemen yığılıp kaldı kış deresindeki çalılığın içine. Av bozulmasın diye inip bakmıyoruz. Takriben 1 saat sonra birinci incirden ses geliyor fakat altındaki dallardan değil. Alt daldaki incirlerin tutulup koparılma sesi bu. Dalın gerildikten sonra, meyvenin kopup da dalın nasıl boşaldığını duyuyoruz çünkü. Sonra ağacın önce sarsıntısını sonrada kasırgaya maruz ağaçlar gibi nasıl sağa sola sallandığına zannediyorum her ikimizde nefes almaksızın ağzımızı açarak şahit oluyoruz. bu manzara öyle sıra dışı ki anlatılır gibi değil. Sonra ağacın bizim tarafımızdaki tarafına geliyor ve ayağa kalkarak alt dallardaki meyveleri yiyor iştahla. o dev gibi gövdesini bize cömertçe sergiliyor siyah ayı! Recep Usta’yla birbirimize bakıp gülümsüyoruz. Daha bir saat evvel bunu konuşmuştuk. Bu duygu Dünya’nın hakimi olmak gibi… birçok insanın hayatı boyunca göremeyeceği, görme imkanı olanların çoğununda cesaret edemeyeceği öyle çok şeye şahit olup, yaşıyorum ki. Yazın incirlere, kışında zeytinlere çok zararı oluyor ayının, hatta gözümüzün önünde bir alt dal kırdı bile. Ama sayıları çok olmadığından göze batmıyor. Köylünün pek şikayeti yok ayılardan. Asıl zararı domuzlar veriyorlar ağaçlara. Dallardan meyve dökülsün diye gövdeye vurdukça, ağacı koruyan kabuklar gidiyor. Bir süre sonrada ağaç kuruyor yok yere.

 Ayı bizim tarafa geçmesin diye istikametine birkaç küçük çakıl atıyoruz. Nereden geldiğini anlamıyor fakat tedbirsiz değil elbet öyle olsa bu kadar irileşecek kadar yaşlanamazdı, geldiği gibi yani sessizce geri dönüp ormanda kayboluyor. O geceyi kapatıyoruz böylece. Zaten onun kokusu olduğu için başka bir domuz gelmeyecektir. Aşağı inip sürüden ayırdığım domuzu inceleyip, resmini çekiyoruz o akşamın finalinde.

Uzun süredir ava davet ettiğim çok yakın bir dostum nihayet geldi üç günlüğüne. İki gün boyunca çok da güzel atışlar yaptı ancak yaptığı atışlar heyecanına yenik düştüğü için hep karavana oldu. “elimde değil, o sesi duyduğumda kalbim ağzımda atıyor” diyor hep. Dert etmiyor önemli olan o heyecanı yaşamak tabi ama ben yinede netice olsun istiyorum. İlk iki gün ona eşlik edip rehberlik yaptım ve onunla beraber bekledim silahsız. Üçüncü gün ava gitmeye niyetimde yok zaten, çünkü kandil. Kandil günü ava gidilmez diye bir şart yok ama böyle kutsal bir günde av peşinde koşmaktansa evde dua etmek gerek. Fakat arkadaşımın son günü bu. Yanında olmasam uygunsuz olacak. İsteksizde olsa sabah iz kesmeye gitti Recep usta. aynı mevkide iki yer belirlemiş. Gün sonunda izlere bakmaya gittik bir tanesi hayalimdeki azılı sanırım.  

Sanıyorum buna tutku demek çok masumane olur. Ya da suçluluk duygusunu saklama şeklidir yaptığını hafife almak. Aniden kararım değişti ne kandil gecesinin hatırı ne de arkadaşıma av yaptırabilme centinmenliği. O taze kocaman ayak izlerini gördüğümde aklımdan hepsi uçup gitti. Çarçabuk bir plan yaptım aklımda. O azılıyı tek başıma ben bekleyecektim. Diğer herkesi saf dışı bıraktım. Aynı istikamette 200m kadar ileride ise sürü halince gelen domuzları ise arkadaşıma devrettim. Arkadaşıma eşlik ve rehberliği ise Recep Usta yapacaktı.  Etik olarak bugün ava gitmemem gerekirdi. Hadi arkadaş hatırına yaptıysam bunu, o arkadaşıma büyük domuzu sunmalıydım!

Saat geldiğinde hepimiz yerlerimizi aldık. Bir tarlanın tam ortasına oturdum. 20m Sağımda orman başlıyor ama başlar başlamaz derin bir vadi.30m solumda yine orman. Önümde ise tarlayı 30m kadar sonra kesen orman yolu. İzler genellikle yolu bölmüş tam üzerime gelen istikamette. Sağımdaki vadiden ise bir tek iz çıkmış, o da bir ihtimal. Beke oturduktan sonra, nedense her zaman tedbirsizce bek avı çantamda taşıdığım iki tane tek kurşunumun  birini dün arkadaşıma verdiğim aklıma geldi. Yani sadece bir tek kurşunum ve bir tanede neden çantama koyduğumu hatırlamadığım altı numara bir fişek var. Muhtemelen geçen sezon güvercin için kullandığım saçmalar. Hiç dert etmedim. Zaten domuz bekleme avında hayvana ikinci kurşunu atma şansınız olmuyor. Hele 8x56 dürbünle duran hedefi zor buluyorum içinde. Hareket edene atmayı düşünmek hayal. Kandil günü olduğu için ne tarlasında çalışan var ne de orman yolunu tutan gezginler. Ortalık çok sessiz. Aradan kaç saat geçti bilmiyorum öyle derinlere dalmışım ki hayal aleminde; sağımdaki vadi ile tarla sınırından bir çatırtı geldi. Birden tam menzilime önüme atladı. Ben hayatımda böyle iri bir mahlukat görmedim! Sırt kamburu tıpkı çift hörgüçlü develer gibi iki tane olmuş. Bedeni o kadar iri ve bacakları öylesine kısa ve kalın, göğsü neredeyse yere deyecek.  Beni hiç fark etmedi, tam dürbünümün menzilinde ve atış yapmam için beni bekliyor sanki. Kızılcasını kestirip atışımı yaptım, yere yığıldı. Çok normal bir şekilde son çırpınışlarını yapıyor. Sonra tam hatırlamıyorum nasıl doğrulduğunu, bana doğru sendeleyerek gelmeye başladı. Hemen kalkıp bir zeytin ağacını siper ettim kendime. Tekrar yıkıldı. Yerde çırpınırken nasılsa kalktı ve geldiği vadi sınırında bir çalıya başını gömdü. Göğsünden arkası dışarıda. Ön bacak dirseklerine çöktü. Çalıdan geçemiyor. Zaten her nefesinde öyle bir ses çıkarıyor ki, ciğerleri parçalanmış belli. Pozemin ikinci gözünde altı numara saçma ile yaklaştım. Ölecek ama çabuklaştırmak gerek. Sağlam kolumla tüfek tutuyorum ve kırık olan kolumla bıçak çekip saplayamazdım o karmaşada. Namluyu göğsüne dayadım. Birkaç santimetre geriye çektim sadece. Ateş ettim fakat inanın derisini bile kesmedi saçma. Tüfeğimi yere bırakıp çantamdan bıçağımı aldım. Hayvanın böğürtüsünün derinleştiğini hissettim arkamı döndüğümde hayvan yoktu. Çalıyı aşıp, vadiden aşağıya gitmiş. Peşine düştüm koşarak, bir elimde bıçakla. Ama orman öyle karanlık ki böğürtüye gidiyorum, alacakaranlık çöktü ve o gece ay yok. Hayvan diğer arkadaşlarımın arkasından geçecek durumu haber vermek için telefon ettim. Onları zaten bir telaş almış. Recep usta yılların avcısı. Benim kazara bir ayıyı vurduğumu düşünmüş, hayvanın böğürtüsünden ve çıkardığı o sesten.  Benim tekrar vadiden yukarı çıkışım takriben yarım saat. Öyle bir durumdayım ki dilim damağıma yapıştı. Aylardır idmansızlığın hamlığı laktik asidi bacak kaslarımın içine savunmasızca gönderdi fakat heyecan ne yorgunluk ne de aman dinlemiyor.

Koşarak orman yolundan onların yanına gittim. Anlattıklarına göre, hayvan arkalarından geçip 50 m kadar sağ tarafta kalan virajı dönüp yola çıktıktan sonra yukarı dağa çıkmış. Aradan 2 saat geçmesine rağmen böğürtü şeklindeki soluğunu hala duymaktayız. Yoldan biraz ilerleyip önünü kesmiş olsalar düşe kalka giden hayvanın zaten önünden geçecekler ve yoldan yukarı çıkmadan canını alabilecekler hayvanın ama her ne hikmetse heyecandan belki de, tuvalet molası verme ihtiyacı duymuşlar şiddetle! Recep usta “yarın erkenden bakarız” dedi ben güldüm alayla ve birazda öfkeyle. Başkada bir şey söylemeye gerek yoktu zaten bunun ne demek olduğunu biliyordu. Sağlam olan elimde tüfeğim, diğerinde yerden aldığım ve nedense cebime bile koymadığım birkaç yedek kurşun. Alelacele tüfeğimin üst gözüne birini koydum. Fener Recep ustada ve önde dağa, ormana daldık. Her yerde kan buluyoruz bir süre. Sonra çam pürçeklerinde kan takibi zor olduğundan mıdır nedir, önüne bakarak koşar adım takibe geçti Recep Usta. Ben hayatımda böyle usta bir takipçi görmedim. Zifiri karanlık olmuş, görmeden duymadan 45 derece eğimli dağdaki çam ormanında sanki domuz onun önünde o gidiyormuş gibi ilerliyor. Nasıl tahmin yürüterek ilerliyor anlamıyorum. O gerçek bir usta ve günümüz teknolojisinden faydalanmadan bu işi layıkıyla yapabilen son geleneksel avcı!Koşmaktan yoruldum fakat her durduğunda domuzun kanlı salyasını buluyoruz. Tekrar koşmaya devam ediyoruz. Bu şuursuzca, acemice ve aptalca bir takip. Dev gibi, yaralı bir domuzu zifiri karanlıkta koşarak takip ediyorum hem de kırık bir kolla.

Bir sezon önce İstanbul’dan nişanlı bir çift arkadaşımı o gün değişiklik olsun diye beklemeye götürdüm. Onlara da ilginç gelmiş olacak, hiç tereddüt etmediler. Gideceğimiz tarlanın alt kısmını beklerken oraya gelen domuzun sesini duyar bazen kendini de görür ama azılı olmadığı için aldırış etmezdim. Hem geleceği yer hem de geliş saati net olduğundan oraya gittik. Orman yolunda sonradan fark ediyorum ikisi de konuşmayı, gülmeyi kestiler. Bir sessizlik sardı ortamı. Saatinde gidebilmek ve geçişe geç kalmamak için biraz süratli kullanıyordum aracı. Hemen yerlerimizi aldık. Tam üç dakika sonra beklediğim domuz geldi atış yaptım, hayvan yıkıldı. Bıçağımı çekip koşturdum yanına acısına son vermek için.  Her şey bitmişti. Çiftimiz öylece yerinde öylece oturuyordu kıpırdamadan. Yüzleri kireç gibi olmuştu. Donmuşlardı sanki. Gelmelerini söyledim, kıpırdamadılar bile. İkinci kez sertçe söylediğimde korkarak geldiler. Hiç konuşmuyorlardı, bozulmuştum. “bu kadarda muhallebi olunmaz” dedim içimden. “hadi atıştan önce veya hayvan can verirken korktunuz, hava hala aydınlık üstelik ölmüş hayvandan korkulmaz ki”. Eve geldik biraz renkleri yerine gelmeye başladı. Yolda düşündüklerimi yüzlerine söyledim biraz kızarak. “biz avdan, domuzdan, tüfekten, ormandan korkmadık Burak” dedi Özge. “bizim korktuğumuz bunların hiçbiri değil, sendin! Yola çıktıktan sonra ayrı bir ruh haline girdin, hele av esnasındaki yüz ifadenin tarifi mümkün değil. Yüzünde vahşi değil, şeytani bir şeyler vardı. gözünü kan bürümüştü Burak!” Geceyi uzatmadık herkez uyudu.

Size yazdığım günleri yaşadığım günlerde çok değerli bir dostumu ziyarete gittim. Onlu yaşlarda beraber başlamıştık domuz avcılığına. Ziyaretim sırasında bir avcı arkadaşım daha vardı. Laf lafı açtı eski avlar konuşuldu. O avların birinde bir domuz vurulmuş, yanında ise birkaç yavrusu  varmış hayvancağızın. Ben baltamla girip hepsini katletmişim. Belki de bilinçaltıma itmek istediğim bir anı olduğu için, hayal gibi anımsadım tüylerim ürpererek ama dostum benden o gün çok korktuğunu hatta diğerlerini uyarıp avı bitirdiklerini söyledi. Bunları yazarken övünmüyorum elbette ama bu tür anıları yazmak gerek. Yazmak gerek ki, böyle canice dürtüsü olanlar bunun anormal olduğunu bilip dizginleme yoluna gitsinler. Yazarken sıkılıyorum, hatta vazgeçip silecek gibi oluyorum. Fakat yazmak, anlatmak, itiraf etmek, öğretmek gerek.

Bunları düşünerek uyandım gittiğim şuursuzca yolda. Ne yapıyordum ben? Belki ölüme, en iyi ihtimalle kalıcı bir sakatlığa! O domuz bizi kıymaya çevirecek kadar iri, Recep usta’da silah yok üstelik. Ben keçi patikalarında yürümeye çalışıyorum bir elimde tüfekle zifiri karanlıkta. Dengemi kaybetsem refleks ile kırık kolumla tutunmaya çalışsam belki de kolum tuz buz olacak. Nereye gidiyorum ben?

 Recep usta “gel dedi, işte orada” domuz ile aramızda bir dere var. Yukarı çıkmaya çalışıyor dereden. Aradaki mesafe 20m kadar. Apaçık ortada. Tüfeğimi doğrulttum fakat gidiş istikametindeki bir çalı onun bedenini kapattı. Başını ve kuyruğunu görebiliyorum çıplak gözle ama dürbün ile baktığımda sevgili 8x56 ile sadece o çalının tek yaprağı görünüyor. Tamamen çıkmasını bekledim. Bana dönüp telaşla “at, hadi bekleme at” deyişi hala kulaklarımda Recep usta’nın. Fakat Recep usta’ya diyemedim “tüfekte sadece bir tek kurşun var, elime aldığım diğer kurşunları, dengemi kaybettiğim bir anda düşürdüm” diye… patikaya çıkıp önünü kesmek için atak yapıp koşturduk fakat ne domuz var nede bir ses. Ortadan kayboldu. Birkaç dakika bekleyip ses dinlemeye karar verdik.

 Sakat kolumu çabucak iyileştirsin diye Allah’a dua edeceğime veya o kazada canımı bağışladığı için şükredeceğime, can almak için silah aldım elime. Haftalardır beklediğimi bu gün çıkardı Allah karşıma, hem de altın tepside sunarcasına! Hayatımda ilk kez tüfeğim yarım doldurulmuş olarak çıktı bu hayvan karşıma. Arkadaşlarımın hemen yandan ağır ağır geçti yaralı hayvan ama saçma bir sebepten gidip atamadılar. Vurulan hayvanın peşinden gitmeseydik eğer, kanlı salyalarını gördüğümüz düştüğü yerde soğuyup ölüp, kalacaktı. Sabah hemen 200m ileride bulacaktık onu. ama bizim yaklaşan sesimizi duydukça, adrenalin onu kaldırdı yerinden. Sonra tekrar karşıma çıktı fakat yolda kurşunları düşürdüğüm için, tek atışlık şansı harcamak istemedim ve hayvan yine gitti.

Recep usta ses dinledi ormanda, ben ise kendimi dinledim. Recep usta kendi kendine söyleniyordu. Bana sitem ediyordu. “ben bu ömrümde dağlarda böyle bir mahluk görmedim, nasıl atmazsın, nasıl kurşunları düşürürsün hadi onu bırak beke oturdun, neden beni arayıp ikinci kurşunu istemedin. Bu domuz bu dağların tarihindeki rekordur”. Ben kendime ahmakça yenildiğim nefsime öfkeyle, önüme bakıyordum. “şuraya gitmiştir, hadi gidelim” dedi. “ dur” dedim, “şu olanlara, şu yaşadıklarımıza bir bak! Bu benim nasibim değil, bu benim sınavım. Bu benim nasıl ihtirasımın, hırsımın esiri olup zavallı duruma düştüğüm andır.”

“Ateşe su dedim göz göre göre,

Aklım zavallıydı duyguma göre.

Bahtına şükretti Mecnun bin kere,

Ağlarsın düştüğüm çölleri bilsen.”

                                           Cemal Safi

O’da farkına varmış olmalı yaptığımızın saçmalığını, ani bir kararla dönüş yolunu tuttuk. Tırmanışlar kolaydır, zorlamaz beni. Ama inişlerde hep sıkıntı çekerim. Domuz patikasını kaybettik, mecane bir yön tayin ettik karanlıkta. Öyle pis yerlere geldik, Recep usta bile 4-5 kez tutunamayıp düştü. Allah’tan elinde bir şey yok uçuruma kaymadı o durumda. Duayla, niyazla bazen oturarak kızaklama indim, bazen de emeklercesine ilerledim. Bu yaptıklarımdan ve yaşadıklarımdan sonra kaybettim diyemezdim. Kıl payı ölümlerden dönmüştüm, canımı kazanmıştım. 3 km kadar gitmişiz domuzun peşinden. Geri dönüp arabaya geldiğimizde aşağıda bekleyen arkadaşıma durumu üstün körü anlattı Recep usta. Yüzümdeki ifadeden yıkıntımı anlamış olacak, tekbir kelime etmedi, sormadı bana.

Avcılık hayatımın hatta hayatımın dönüm noktalarından, aldığım önemli derslerden biri olarak kalacak bu gece. Aklımdan silinmeyecek.

 

KIRIK OK “SAPLANTILAR”

Kaderinize yön veren, hayatınızın akışını değiştiren anlar vardır. Siz bunların çoğu zaman farkına varmazsınız. İş başvurusunda bulunduğunuz firmaya jilet gibi giyinip hazırlandığınız o gün paçanıza bir arabanın yoldan sıçrattığı çamur, insan kaynakları sorumlusunun gözüne takılır mesela. Çamur, toz saplantısı, takıntısı olan müdür için, sizin reddedilişiniz daha kapıdan girerken imzalanmıştır. Üniversite sınavına gireceğiniz o gün migreniniz tutar… Canınız gibi bakıp ilgilendiğiniz köpeğinize, yola atlayıp ezilme tehlikesi atlattığı için kalçasına attığınız bir şaplak, sizi yeni tanımış birinin hayat boyu hayvanlara eziyet eden biri olarak hatırlanmanız… her yıl ödediğiniz avlanma vergileri sayesinde doğaya kazandırdığınız binlerce kekliğin yanında bir av sonrası fotoğrafınızın hoşlandığınız bir kız tarafından görülüp sanki sofrasına gelen tavuk, kuzu etleri ağaçta yetişen meyvelermiş gibi size cani, katil, doğa düşmanı, gözünü kan bürümüş hayvan istismarcısıymış gibi bakması… bunu her gün defalarca kez yaşayabilirsiniz. Olumlu veya olumsuz, kaderinizin ve birçok insanın kaderini değiştirebilecek bu rastlantılar insanoğlunun fıtratında olan, saçmalığını bildiğimiz ama çok kez yapmaktan kendimizi alamadığımız ve hatta farkında olmadığımız önyargı, takıntı ve saplantılardır bunlar. Bu tür takıntılarımızla sanki seçici, erdemli, hassas ve mağrur olduğumuz hissine kapılır gurur duyarız içten içe çoğu zaman. Bu takıntılar ipekten bir cibinlik gibi gelir bize. Halbuki böceğin ipekten ördüğü koza; hoş görünse de, onu koruyor görünse de, kozanın böceğin hayatını, yaşam alanını, çevresini ne kadar küçülttüğünü görmezden geliriz. Koza gibi görünen duvar, birde bakmışsınız dipsiz bir kuyu oluvermiş.

“sen zulümle bir kuyu kazmadasın, ama şunu bil ki o kuyuyu kendin için kazıyorsun. İpekböceği gibi kendi çevreni örme; kendin için bir kuyu kazacaksan, bari boyunca kaz.”

                                                                                                                     HZ. Mevlana

Bazı saplantılar vardır ki menfaat veya menfaatsizlik üzerine kurulmuşlardır. Siz onlara saatlerce avcının, avcılığın doğaya faydalarını anlatsanız onlar kabullenmezler. Karşı bir savunmada da bulunamazlar. Söylediklerinizle, anlattıklarınızla onları adeta ezersiniz, tüm tezlerini çürütürsünüz, susarlar sizin sözünüz bittiğinde ise “öldürmenin mazereti olamaz” der ve konuyu hemen kapatma yoluna giderler. böyle insanların avcılıkla ilgisi olmadığı gibi kesinlikle hiçbir araştırma ve bilgileri yoktur.  Öyle ki avcılığın onlara bir faydası yoktur, onlara kişisel bir zararı da yoktur. Fikren çekimser kalmak yerine vicdan sahibi, doğa dostu görünüp avcılığa karşı gelmek onlar için en iyisidir. Mevlana, aşağıdaki “Hazreti İsa” hikayesiyle bu konudaki görüşlerini ve insanın kendi çıkarları için nasıl saplantılı hale gelebileceğini anlatmaktadır.

Bir gün Hz. İsa arkasına endişeyle bakarak kaçıyormuş. Adamın biri bu durumu görmüş. Merak etmiş: “arkanda kimseyi görmedim ama sen kaçıyorsun, kimden kaçıyorsun?”

Hazreti İsa cevap vermeden koşmaya devam etmiş. Adamında inadı tutmuş peşine takılmış. Biraz yaklaşınca bağırmış:

“ne olur biraz dur da söyle, çok merak ettim neden kaçtığını; arkanda ne insan var nede hayvan…”

Bunun üzerine Hazreti İsa durmuş, adamın yanına gelmiş ve cevap vermiş:

-          ben bir ahmaktan ve tüm ahmaklardan kaçıyorum…

adam şaşırmış:

-          körlerin gözlerini, sağırların kulaklarını açan sen değil misin?

-          Evet benim…

-          Topraktan kuşlara can veren sen değil misin?

-          Evet benim…

Adam biraz daha meraklanmış:

-          Bunca mucizeyi yaratan Hazreti İsa bir ahmaktan ve tüm ahmaklardan neden kaçar?

“dinle” demiş Hazreti İsa, “bütün dediklerin doğru.

-          Körler için dua ettim gözleri açıldı… sağırlar için dua ettim kulakları açıldı… cansız bedenler canlandı. Ama ahmağın gönlüne ve kafasına hiçbir şey sokmayı başaramadım… konuştum kafasına girmedi… okudum yüreğine gitmedi… yüzlerce kez okudum… binlerce kez konuştum… on binlerce kez anlattım… ama ahmak, ahmaklar sadece bir kaya parçasına dönüştü…

Ne kafaları kıpırdadı ne de yürekleri…

Böylece ahmaklardan her türlü kötülüğün gelebileceğini anladım, bu yüzden bütün ahmaklardan kaçıyorum”.

 

Ay tekrar gülümsüyor cömertçe. Mazeretim olup beklemeye gidemediğim akşamlarda, mazeretin sebebine düşman gözüyle bakıyorum. Yağmur sonrası artık güz kendini belli etti. Havalarda dengesizlik var. Gündüz sütliman iken gece ne taraftan estiği bile belli olmayan hoyrat rüzgar, ümitlerimi boşa çıkarıyor. İncir artık çok az, birkaç gün sonra hafiften ayağını artık çekmiş olan domuzlar, dağdaki olgun kestanelere gidecekler. Artık son günler. Rüzgarlı veya yağışlı fark etmez, beklemek istiyorum. Recep usta ile daha önce hiç gitmediğim bir yere keşfe gittik. Daha zirvelerde bir yer. Rakım yüksek olduğundan incirler geç olmuş ve hala bolca meyve var dallarda. Altları ise toz duman. Çok fazla hayvan gelmiş. Sanki yüzlerce yabandomuzu gelmiş buraya. Her yer, her şey toz duman. Koskoca bir tepe zeytin tarlası. Zeytin tarlasının göbeğinde bir incir tarlası burası. En az on incir ağacı var. Rüzgarın net yönünü tayin edemiyorum ayrıca tarlaya girişler birkaç farklı yerden yapılmış bir önceki akşam. Bu defa verilere değil hislerimize güvenip oturacağımız noktayı belirliyoruz. Akşam yerimiz belli oldu. Meteoroloji o akşamın yağışlı geçeceğini bildirdi ama o kadar güzel bir hava var ki, bunu kaçırmaktansa biraz ıslanıp eve dönmek kayıp değil. Recep usta çok hevesli değil bu avlara. Zamanında öyle avlar yapmış ki, çok da heyecan vermiyor bu avlar ona. Fakat Recep abi ile aramızda önce zevklerimizin sonra da gönüllerimizin birleştiği güzel bir dostluk oluştu. Aramızdaki neredeyse tek ortak nokta avcılık iken ve üstüne üstlük domuz avında sohbet etme lüksümüz bile yok iken zaman içinde yaşadıklarımızın oluşturduğu birçok ortak konumuz oldu. Üstelik karanlık ıssız ormanda, ben O’na, O da bana canını emanet ediyorsa eğer buna can dostluğu denmezde neye denir? O akşam av ihtimali olmasa bile biraz yiyecek ve biraz içecek mimiklerimizin ve fısıltılarımızın cümbüşünü pekiştiriyor her akşam. işte bu akşam da öyle bir akşam olacağa benzer. Mükemmel yer, mükemmel dolunay, kusursuz akşam… derken hava patlıyor. Sağlam bir fırtına bize evin yolunu gösteriyor.

Sezona başladığımda imkansız gibi gelen azılı ümitlerim yeşermiş fakat yaşanan birçok talihsizlikten sonra vazgeçmiştim bu hayallerden. Bu yüzden hayıflanmıyorum. Ama takıntı mı, alışkanlık mı, saplantı mı? Bilemem ertesi gün için umudum daha yerimden kalkarken şuursuzca yenileniyor. Hayatında saplantıları vardır. Bir hata yaparsınız yaralanırsınız. pişman olursunuz ama yinelersiniz, yine yaralanırsınız . Af edersiniz ama af ettiğiniz, affınızı af etmez yine darbe yersiniz tıpkı bir önce olduğu gibi. seversiniz, ihanete uğrarsınız bin kere tövbe de etseniz yine başladığınız yere dönersiniz, yine seversiniz. Bu yinelemeler aslında sizin değil hayatın size sunduğu karmaşadır. Hayat oynar sizinle sizi bıraktığı labirent içinde. Çıkışı bulduğunuzu sandığınız anda başladığınız yere döndüğünüzü fark edersiniz. Hayat insanı hep… aynı yerden vurur.

 

 Ertesi gün köy kahvesinde sohbet etmeye gittim sözde ama aklımda av var. Gündüzden konuştuk Recep ustayla keyfi kaçıktı geleceğini sanmıyorum hiç sormadım bile, kendim gideceğim. Kalkarken gideceğimi söyledim, O’da gelmek istedi. Çok sevindim elbette. Çok macera aramadık, çok bol domuzu olan fakat şimdiye kadar kayda değer bir azılıya rastlamadığım çok yakın bir yere geldik. Ulu bir badem ağacı var onun altına oturdum. Tam önümde yukarıya doğru 20 m arayla iki incir, 1 m solumda iki bahçeyi bölen bir çalıdan duvar, onun da solunda bir pakta daha. Domuz hangi tarladan gelirse gelsin üstüme gelecek. 50 m sağımda çok iyi bir geçemek daha var ama ben burayı seçtim. Recep usta ise 100 m kadar solumda ormanın başladığı, yani zeytin tarlasını ormandan ayıran bir sınırda bekleyecek. Tam ormanın bitiminde küçük bir ağaç tepesini seçti. Çıkar çıkmaz 1-2 m’den atış yapmak istiyor. Beklemeye başladıktan 15 dk sonra keyifli 25-30 yavru ve iki anne domuz tam hizamdan bana doğru şuursuzca geliyorlar. O kadar keyifli ve neşeliler ki, oyunlar, bağırışlar… ay çok güzel olduğundan çok net görüyorum. Bana 10 m kala beni fark edip geldikleri istikamete olanca süratle gidip kayboluyorlar. Yarım saat sonra 2 veya 3 tane yetişkin erkeğin olduğunu düşündüğüm bir takım geliyor aynı istikametten. Rüzgarın yönü çok iyi. Beni fark etmelerine olanak yok. Ayrıca incirlerin artık azaldığı şu dönemlerde böyle takımlar, kırıntılar için birbirleriyle yarışırlar ve gözleri dönmüş vaziyette etrafı kolaçan etmeden, dinlemeden, koklamadan üstünüze gelirler. Gerçekten de düşündüğüm gibi üstüme ortalama bir hızla geliyorlar. Hiç kıpırdamadım, rüzgar çok iyi, onları rahatsız edecek bir şey de yok fakat aniden homurdanıp geri dönüyorlar. Sanırım onlardan yarım saat önce gelen grubun benden korktuklarında salgıladıkları bir kokuyu algıladılar, başka bir açıklaması yok. Bir grup domuz kaçırdım ama yeni bir şey öğrendim. Domuzun, domuzun korku kokusundan korktuğunu öğrenmek ileride bana bir çok şey kazandırabilir. Kaybedeceklerimi de önceden kestirip önlem almamı sağlar. tam bunları düşünürken, 100 m kadar önümden sağa doğru geçen bir tek domuz, 50 m sağımdaki geçemekten geçip, arkamdaki bahçede arsızca karnını doyuruyor. Oturduğum yer ile arkamdaki tarlanın arasında 3 m kadar kod farkı olduğundan ve yüksekte kaldığımdan dönüp atış yapmayı denesem bile ağaçların yapraklı kısımları görüşümü imkansız kılacak, daha önce denemiştim bunu. Kokum doğrudan ona gitse de, zaman zaman  huylanıp homurdansa da yemeye devam ediyor tek domuz. Tam o sırada Recep usta’nın silahı patlıyor. Patlamanın ardından ayak sesi gelmediğine göre vuruldu. Av olmadığı akşamlarda av sonunda çay içip sohbet edemiyoruz. Anlatacak bir şey yok, saat geç olmuş, birde başarısızlığın efkarı çökmüş konuşacak bir şey yok. Halbuki, kaçan veya vurulan olduğunda konuşacaklarımızdan kitap çıkar, neşemize diyecek yok. Neşem yerine geldi, şimdi kalkıp gitsek de gece uzun ne de olsa. Hiçbir ses duymadım, bir şey görmedim ama gayri ihtiyari sağıma baktım nedense, sağımdaki geçemekten hiç beklemediğim şekilde bana doğru, daha doğrusu 20 m önümdeki incire doğru yavaş yavaş gelen azılıyı gördüğümde heyecanlanmaya bile zamanım yoktu. Hayvan sağımdan, önüme doğru 20 m’lik bir sanal viraj alıp solak ve kırık kollu bir avcıya tam istediği şartlarda kendini sunarcasına ilerliyordu. Tüfeğimi yüzledim, atış için uygun noktayı seçip tetiği kestim. Olduğu yere yığıldı. Boş kovanı çıkarıp hemen yenisini koyduktan sonra ayağa kalkıp yaklaştım… işi bitmişti. İncirlerin son deminde, dolunayın son deminde, sabrımın, irademin son deminde azılıma kavuşmuştum. Heyecandan soluk soluğa Recep ustayı arayıp haberi verdim. Önce Recep ustanın avını resimlemek için yanına gittim. Orta boy bir domuzdu fakat zaten Recep ustanın istediği azılı benim vurduğum azılıydı. Daha doğrusu, o sadece benim iyi bir domuz vurmam için çabalıyordu. Ben gittikten sonra bek yerini değiştirmiş, ağaçtan inmiş, beklediği ağacın bitimindeki taş seti siper etmiş. Setin üstüne bir sıra daha taş dizmiş… O taşlara anlam veremedim. Meğerse atış yaptıktan sonra yaralı olursa veya vuramazsa istikametini bozmayacak olan domuz setten atlarken üstüne basmasınmış, taşları engel olarak görüp sıçrasınmış! Plan bu. Planına, kendine kurduğu görkemli savaş mevzisine en az benim kadar anlatırken kendisi de güldü elbette. Bir semaver çayı demletip sabahı ettik kahvede. Sadece iki iyi dostun kahkahaları yankılandı boş kahvehanede o gece, ta ki bir daha ki sefere dek… o son akşam incir sepetim, nice efsanelerin nice masalların devleştiği toprakların meyveleriyle doldu, taştı.

 


Özgüweb Balıkesir Web Tasarım