KUTSAL HAZİNE AVCILARI - Kurzhaar von Karesi Beyliği - Burak Kabakcı

KUTSAL HAZİNE AVCILARI


KUTSAL HAZİNE AVCILARI “İLK BULUŞMA”

 

Yazımın başlığını, bir zamanlar sinema tarihine damgasını vuran, başrolünü Harrison Ford’un oynadığı o meşhur seriden aldığımı, seriyi bilenler hemen anlayacaklardır. Yazının başlığını okuyup, yazı resimlerini şöyle bir süzdükten sonra aklınızdan “ne alakası var?” benzeri bir soru geçirebilirsiniz. Ancak bir çulluk avcısı için bu av bir hazine kadar değerli, yüzyıllardır toprak altında gömülü bir sanat eseri kadar nadide ve her karşılaşma anında, ilk kez karşılaşmanın heyecanını doruklara taşıyacak kadar gizemlidir.

Birkaç haftadan bu yana aşina olduğum meralarda çulluğun görüldüğü haberini alıyorum. Hafta sonunu sabırsızlıkla çekiyorum. Bir ay öncesinden çulluk avı için hazırlıklarımı tamamladım. Daha önceki sezonda iyi netice aldığım dolulardan bir miktar kaldığını duydum ve yeteri kadar stokladım. Bir önceki sezondan hemen sonra pudralayıp dinlenmeye bıraktığım kauçuk çizmelerimi kutusundan çıkarıp hazır hale getirdim. Geçen sezon biraz kesat geçmişti. Beni ıslanmaktan ve dikenli çalılardan koruyan pantolonumda fazla hasar yok. Bu yüzden yeni bir pantolona ihtiyacım yok aslında. Ama doluları aldığım esnada gözüme vitrinde bulunan yeni çulluk pantolonunu kendimi aksi yönde telkin etmeme rağmen dayanamayıp alıyorum. Yün iççamaşırlarımı naftalinlayip sakladığım çekmeceden bir hafta önce çıkardım ki, naftalin kokusunu üzerinden atsın.

 

Cumartesi gününü esgeçeceğim. Zira Cuma gecesi kızkardeşimin nişanı kıyılacak ve bu tür toplantıların bitmesi ve yatağa yatmam 03.00-04.00 leri bulur biliyorum. Bir haftalık nişan hazırlıklarının yorgunluğunu üzerimde hissederken cumartesi gününden hayır gelmeyeceğini kesinlikle biliyorum. Ama yinede malzeme masamın üzerine sanki ertesi sabah gidecekmiş gibi hazırladığım ekipmanımı gördükçe, ben bile çocukça heyecanım için kendi kendime alay ediyorum. Yeni pantolonumun kemerinde dijital kameramın kılıfını ve sezon başında özenle bilediğim çakımın kılıfı var. Kameramın pillerini hafta sonu için şarz ettim elbette. yün iççamaırlarımın üzerine giyeceğim pamuklu kazaktan, kollarlı delik deşik olmasına rağmen vazgeçemiyorum. Çünkü ani manevralarda bana hiç zorluk çıkarmıyor. Darbelere, zaman zaman omuzlarıma alacaklı gibi yapışan karaçalı dikenlerine “bana mısın” demeyen yerli üretim yeleğimin çanta kısmında,vurulduktan sonra tüyleri bozulmasın diye sarıp daha sonra sırt çantama koyacağım çulluklar için kullanacağım gazete kağıtları var. Av ruhsatım, pulum yeleğin iç cebinde yerini almıştır. Av partnerimin rengi düzkahve rengi olduğu için fosforlu bir tasma kullanıyorum ki ferma anında meşelerin içinde görme sansım biraz daha fazla olsun. Tasmasına taktığım bakır çanı aldığım nalbura, kanımca HZ. Eyyüb’ün sabrını bahşetmiş Rab’bim. Çan seçmek için her gidişimde ortalama 2 saat çan sesi dinliyorum ve onun yerinde olsam deli olurdum sanıyorum. Bu yüzden her ziyaretimde olanca sevimliliğimi kullanıp adamcağızın böylede olsa gönlünü almaya çalışırım, pazarlık falanda yapmam. Zira bu nadide bakır çanların ustaları gün geçtikçe azalıyor. Ne güzel bir melodidir iyi bir çandan çıkan eşsiz notalar. Hele sesi ve köpeğinizin periyodik hareketlerini iyice tanımışsanız, eski çin kareteci filmlerindeki yaşlı ustalar gibi, gözlerinizi kapatıp köpeğinizin ne ritimde koştuğunu, o esnada neye tepki verdiğini, kuyruk sallayış ritmini kısaca bütün davranışlarını gözleriniz kapalıyken bile zihninizde canlandırabilirsiniz.

 

 Cuma gecesi canımdan çok sevdiğim kardeşimin ve artık kardeşim dediğim müstakbel eşinin

nişanını, saklamaya çalıştığım gözyaşlarım eşliğinde kutluyoruz. Kızkardeşim cabbar bir potansiyel avcıdır. Tüfeksizde olsa benimle ava gelmeye bayılır. Sık meşelerin içindeki çulluk avlarında beni takip ederken bile, arkamı ne zaman dönsem “ ben iyiyim, halimden memnunum” dercesine tebessüm edip, beklide onun için üzülmeyeyim diye rahatlamamı sağlar. Birkaç kez götürdüğüm domuz beklerinde, yanımda otururken korkmak bir yana, evde bir gerilim filmi izliyormuşcasına rahattır. Kesinlikle birçok erkek arkadaşımdan çok daha cesur. Tahmin ettiğim gibi konukların ayrılması, ve eve gidip yatağıma girmem sabaha karşı 04.00’ ü buluyor. Huzurla yattım ama uyuyamıyorum. Güçlükle uyuyabildim, ancak ezan sesi ile tekrar uyanıyorum. Tam tekrar dalacağım ki, “bugün cumartesi” diye fısıldıyor içimdeki hınzır. “umrumda değil bugün dökülüyorum ava falan gidemem” diye cevaplıyorum. Ama rahat bırakmaz tabi birkez uyandım ya.. gece yatarken yağmur çiseliyordu. Pencereden bakıp yağıp yağmadığını kontrol edeceğim. Eğer yol kenarındaki su birikintilerine düşen bir damla bile görsem “hah yağmur yağıyor işte av olmaz” deyip huzurla tekrar sıcak yatağıma döneceğim. Sokak lambasının altındaki su birikintisinde en küçük bir kıpırtı yok. Kötü haber şu ki, yağmur yağmıyor. Uyutmazki beni şimdi… Hay Allah. Uyusam bile geç saat uyandığımda gün boyu asabi olacağım. Neden ava gitmedim diye kendi kendimi cezalandıracağım.

Avcıysanız bu satırları okurken elbette duygularımı anlayacak ve kendi yaptıklarınızla özdeşleştireceksiniz. Eğer avcı değilseniz rica ederim peşin hükümlü olmayın. İnanınki akıl sağlığımda günümüz şartlarında yaşayan bir bireyden fazla sorunum yok.

 

Elbette içimdeki hınzır galip geliyor ve hazırlanmaya başlıyorum. Üniformamı desem, seramoni kıyafetlerimi desem giyinirken, sanki gitmek zorunda olduğum işimmiş gibi hazırlanırken davranış psikolojime anlam veremiyorum.

 

Evimden çıktıktan 5-6 km sonra meraya geldim. Arabamdan indiğimde mevsim itibariyle sıcak olmasına ve lodosa rağmen humus, gazel, nem karışımı müthiş karışımın kokusunu derin derin ciğerlerime çekiyorum. Kesinlikle çulluk havası değil. Zira lodos ve hava sıcak.

Ancak gönülün ferman dinlemediği aşikar.

Çok sevdiğim iki çulluk ustası köpeğimi iki ay önce kaybettim. Yeni köpeğim 10 aylık. Henüz Almanya’dan geleli 1,5 ay oldu. Alelacele verdiğim hızlandırılmış kurs niteliğindeki temel itaat ve aport eğitimi ardından hazır olduğundan emin olmadığım halde son bıldırcınlarda kendini kanıtladığında rahatladım ve çulluk avına hazır olduğu kanaatine vardım. Ölen köpeklerim Heiko ve Cita’dan miras çulluk tasmasını boynuna takıp, gözlerine bakarken “beni mahçup etme” diyorum Nelly’ye içimden. O kadar iyi huylu o kadar uyumlu bir köpek ki geldiği günden bu yana beni hiç üzmedi. Bakışlarında Heiko’yu, tavırlarında da Cita’yı görüyorum Nelly’nin.

Arazi biraz dik yer yer taşlık, yer yer kara çalı ve meşelik. İlk çıkarken biraz zorluyor rampa. Gözüm hep Nelly’de. İtinalı bir şekilde arıyor. Tırıs gidiyor ama temkinli. Şüphelendiği noktalarda hemen geri dönüp tekrar bir kolaçan ediyor bölgeyi sonra devam ediyor. “Birkaç saat içinde çulluk bulamazsam huzurla eve gidip yatağıma döneceğim. Böylece rahat bir uyku çekeceğim”.  Rampayı tırmanırken bunları düşünüyorum. düze geldiğimde biraz dinlenmek için duruyorum. zilin seside durdu! “Herhalde benim durduğumu görünce o da durdu” diye düşünüyorum, “bir çalının arkasından beni izliyor olmalı.” Bir yıldır özlemini çektiğim bu güzel manzarayı izlerken fosforlu tasma gözüme çarpıyor. Köpek fermada. Daha önceki dönemlerde acemi köpeklerime güvenmediğimden böyle pozisyonlarda çok av kaçırdım. Bu yüzden her ihtimale karşı hızla çalıları yararak yaklaşmaya çalışıyorum.  O meyanda köpeğimin gözlerini görüyorum. Kocaman açmış gözlerini. Önünü kesmeye çalışırken çulluğu görüyorum uçarken hayal meyal. Havaya iki el atış yapıyorum. Çulluğa değil. Neden? Bilinçli değil, kuşa bile atmadım. Bu içimden gelen bir selam verme şekli beklide. Heyecandan ellerim titriyor, nefesimi kontrol edemiyorum. İlk buluşmalar.. yılın ilk buluşmalarında hep böyle oluyorum. Yaşlanacak kadar uzun yaşarsam sağlık için çulluk avını bırakmalıyım. Çünkü yerinden çıkacak gibi atan zavallı kalbim yaşlandığında bu heyecanı asla kaldıramaz.

En kısa sürede toparlıyorum kendimi. Köpeğimde şaşkın. Daha doğrudüzgün tanımadığı bir kuşa verdiği fermadan sonra ne yapacağını bilemez bir vaziyette bana bakıyor. Bu denli heyecanlı oluşumu gördüğünde o da çok şaşırdı. Her halinden belli. Hemen okşayıp güzel sözler söylüyorum sevgili köpeğime ve kuşun gittiğini tahmin ettiğim bölgeye doğru ilerlemeye başlıyoruz. Uzun uzun arıyoruz ama nafile. bu kuşun çıkması iyi olmadı aslında. Ne güzel huzurla yatağıma girmenin planlarını yaparken, şimdi mecburen?? Onu aramak zorunda hissediyorum kendimi. Bir saat kadar süren bir arayıştan sonra vazgeçiyorum. Akşamdan yağmur sularını toplayan meşeler beni iyice ıslattı, yağmurda çiselemeye başladı. Çıktığım rampayı tekrar aynı istikametten döneceğim. Açık bir alana çıktık köpeğimi rahatlıla takip edebiliyorum. Bir metre aralıklarla yerden fışkın yapmış, çapı da 1’er metreyi geçmeyen, yetişkin bir insandan biraz daha yüksek meşeler hakim bu bölgeye. Nelly yavaşladı ve ferma verişini net bir şekilde gördüm. Heyecanla yaklaşmaya başladım ama bu kez acele etmeden. Köpeğin karşı tarafına geçerek meşeyi aramıza aldım ve bloke ettim. Müthiş bir sessizlik. Bu kez Nelly’den eminim. Ona da bendeki heyecan geçmiş olmalı ki, tir tir titriyor. “bas, kap, tut” gibi komutları öğretmedim zira bazen dezavantaj olabiliyor. “Acaba taş mı atsam çalıya” diye düşünürken gözümü taş aramak için çalıdan ayırma riskine girmekte istemiyorum. Bu düşünceler ve vahşi batıda iki silahşörün duellosundaki  heyecanlı bekleyişi andıran zaman dilimi ile geçiyor dakikalar. Aniden helikopter gibi yukarı çıkarken, meşe dallarını yırtmaya çalışan güçlü kanat sesleri ile bir nebze düşen adrenalin, tekrar tavan yapıyor elbette. Ne kadarda net görüyorum bir yıldır hasret kaldığım karagözlü nazlı, utangaç yarimi.. bembeyaz kuyruk şeridinin altına doğru çektiği tertemiz ayaklarının üzerindeki enine net göğüs çizgileri, Barbaros Hayrettin paşa’nın donanmasındaki ihtişamlı bir geminin fırtınaya direnen güçlü yelkenini andıran muhteşem kanatlar ve kanatların sararmaya yüz tutan meşe yapmaklarını savururuken, havayı kırdığı anda çıkardığı ses ve yaprakların üzerinden hoyratça savrulan damlacıklar… ve elbette yukarıya tırmanırken başını aşağıya eğerek bakan koskoca, sürmeli simsiyah gözler, mağrur bakışlar. Ani bir manevra ile rampa aşağı hızla akarken aklım başıma geliyor ve tüfeği yüzüme alıp tetiği kesiyorum. İkinciyi kestiğim anda, 45 derecelik bir meyili olan meradan aşağı çalıların içinde ortadan kayboluyor.

Ne köpek, ne tüfek ne dolular.. bahane bulacak hiç bir şey yok. Kendi kendime neler bulup neler söylüyorum tahmin edersiniz. Ben şimdi onu ellerimin arasına alıp, seyretmeden nasıl uyurum, Yarını nasıl ederim? Kendi kendime söyleniyorum. Nelly barut kokusuna doğru fırladı. Çaresiz onu bekliyorum. Oldukça aşağı indi köpek. Birkaç dk. sonra zil sesi yaklaşıyor ağır adımlarla. Yavaş yavaş geliyor belli, görmüyorum ama zil sesini rahmetli Zeki Müren’in Türkçesini şarkılarında okurken anladığım kadar net anlıyorum. Çalıların arasından çıktı, ağzım kulaklarımda. Çünkü Nelly’nin ağzında taşıdığı çulluğu görüyorum. Meğer ikinci atışım isabet etmiş. Gördüğü ve aport ettiği ilk çulluk. Sakin bir ses tonu ile yanıma gelmesini teşvik etmem gerekli yoksa sevinçten, posta arabasını kuşatmış bir Apaçi gibi çığlıklar atacağım. Zavallı Nelly. 1 haftadan bu yana bronşit hastalığını atlatmaya çalışıyor. Hastalığın son devresi olduğundan burnu kapalı. Ona rağmen ona öğrettiğim gibi bana itina ve acele ile çulluğu taşırken yorgunluktan ağzından nefes almaya ihtiyacı olduğu halde itina ile kuşu bana nizami bir şekilde sunuyor. Çulluğu ağzından aldıktan sonra onu kucaklıyorum, sevip okşuyorum. İlk çulluk avında beni ancak bu kadar memnun edebilirdi Nelly.

Yeleğimin çantasından çıkardığım gazete kağıdına, tüylerini itina ile düzelttikten sonra gagası göğsüne gelecek şekilde rulo halinde sarıp sırt çantama itina ile yerleştiriyorum karagözlüyü.

 

Eve gelir gelmez  Nelly’yi dinlenmesi için salondaki battaniyesinin üzerine gönderiyorum. Doğum günü hediyesi paketini açar gibi, gazeteden çıkardığım çulluğu masanın üzerine koyduktan sonra, çayımı yudumlayıp izlemeye koyuluyorum, sırtındaki ipek kilim, halı desenlerini… Picasso’nun tablosunu hayranlıkla izleyen bir sanat adamı gibi izliyorum bu kutsal hazineyi.

 

Burak Kabakcı (2007)


Özgüweb Balıkesir Web Tasarım