SOĞUK SAVAŞ - Kurzhaar von Karesi Beyliği - Burak Kabakcı

SOĞUK SAVAŞ


Nasıl bir hastalıktır, nasıl bir tutkudur bu avlanma güdüsü? bir haftadır aklımdan atamadığım, ilk kez incir bahçesinde izlerine rastladığım, tam bir haftadır izini sürdüğüm bir azılı uğruna...

tuttuğun takım uğruna, yüzlerce km yol kat edip, kar kıyamet demeden stadyumda toplanan taraftar, aşkı için sevdiği genç kızın evinin penceresi altında seranat yapan genç bir aşık... sanıyorum onlarda ancak benim kadar tutkulu olabilirler diye geçiriyorum aklımdan ve  ezanla birlikte top patlıyor. gelmesini beklediğim azılı uğruna orucumu incir ağacı altında birkaç yudum su, bir parça ramazan pidesi ve birkaç kuru incirle açıyorum. yudumlarımı ağır çekim ve itina ile yutuyorum ki dağdan gelen çıtırtıları duyabileyim ve serenat için penceresi altında beklediğim sevgili, benim sesimi duymasın. ramazan pidesinin kenar ve yumuşak kısmını koymuştum azığıma. sessizliği bozmaktan korktuğum için...yok yok diye geçiriyorum derin bir tebessümle. 1. ligde top koşturan bir takımın baş amigosu veya mecnun, ben kadar tutkulu olamaz sanıyorum.

aniden başlayan rüzgar bütün hayallerimin ve ümitlerimin yıkılmasına yetiyor. kah denizden gelen imbat, kah dağdan esen poyraz sinirlerimi altüst ediyor yarım saat kadar. ne tecrübeli bir azılı, ne de haylaz bir yavru, sağlıklı hiçbir domuz rüzgarlı bir havada yaylıma çıkmaz. çünkü kulakları ve burnu onun gözleridir.zira, eğer doğal olmayan sesleri rüzgarın sesinden mütevellit duyamazsa bu onun hayatına mal olacaktır. asabımın hat safhada bozulduğu bu esnada rüzgar etkisini yitiriyor... derken sırtımdan tatlı bir meltem, henüz varlığının farkında olmadığım dağdan gelen ve takriben 250 mt kadar uzaklıktaki azılıyı farketmemi sağlıyor. çünkü iki saniyelik bu masum meltem kendimi şehrin göbeğindeki ışıklı, dev bilboardlar kadar reklam etti. derinlerden güçlü bir "pufff" sesinin ardından memnuniyetsizlikle  dolu homurdanmalar. tabiiki geri dönmüştür dev gibi azılı. yapacak hiçbir şey yok. keyifli bir şekilde ekran başında maç izliyorsunuz. takımınız harika oynuyor ancak gol pozisyonuna bir türlü giremedi.forvetinizden, maçın son dakikasında beklediğiniz harika bir şut, kaleci ters köşede, ancak top kalecinin tesadüfen ayağına çarpıp kale çizgisini aşamıyor. aynen bu duygular içindeyim o an. nefesimi bile tuttum halbuki. ben suçlu değilim, rüzgar veya azılıda. kimseye kızamıyorum. kayanın içindeki su, donduğunda sıkıştığı kayayı parçalar. bu onun elinde değildir. burada su ne kadar suçlu ise rüzgarda o kadar suçludur. bu yüzden başımı öne eğip, acı bir tebessümle talihsizliğime yanmaktan  başka bir protest düşünceye kaptırmıyorum kendimi.

kendinizle başbaşa kalabileceğiniz en iyi ortamdır bu atmosfer. orman öyle sessizdir ki, göz kapaklarınızın çıkardığı volümün, otomobilinizin garaj kapısının kapanırken çıkardığı sesden çok fazla farkı yoktur. arkanızdan koşarak geçen bir tavşanın, kum zeminde dörtnal koşan bir küheylandan farksız, kuru ot köklerini çiğneyen bir kirpinin ağız şapırdatmasının iştahınızı ciddi şekilde körüklediği bir sessizlikte 150 kg'lık bir azılının yere basışı sizce nasıl bir etki yapar kulaklarınızda? inanın tecrübeniz yeterli değilse beş mt önünüze gelene kadar duyamazsınız bile. aksini düşünürsek o muhteşem azıları büyütmesi mümkün olamaz zaten.

"daha temkinli olmalıyım. hata yapmamalıyım" diye düşünürken, yukarıdan gelen bir bufalo sürüsünün gelişini andıran gürültü ile kanım donuyor. altında beklediğim incir ağacının altını oturmak üzere hazırlarken temizlediğim ayı dışkıları ve dışkıları bırakan kocaoğlanın ağaçtan kırdığı dalları temizlerken, bu akşamdan biraz umutsuzdum. ayı henüz birkaç gün önce talan etmiş burayı. ayının kokusunu alırsa, domuz asla uğramaz o muhite. gördüğüm azılının izleri olmasa kesinlikle beklemem bu yüzden. ancak domuzlar bana mısın demiyorlar. yirmi kadar olduğunu sandığım sürü dörtnala aşağı geliyor. sürü psikolojisi. besin için birbiri ile yarıştıkları ve birbirlerine duydukları güvenden ne ses ne de koku dinler sürünün üyeleri. onun içinde tabir-i caiz ise dolu dizgin geliyor sürü. anladığım kadarı ile iki anne ve yaşına gelmiş onbeş kadar yavru var sürüde. ancak hiçbiri geçmesini düşündüğüm yerlerden geçmiyorlar. aslında düşünmem gerekirdi. incirlerde tektük meyva var. fıstık ağaçları ise sımsıkı. hepsi onlara yöneldi tabi. bu çok iyi oldu. hem gelmesini umut ettiğim azılının nereden geçeceğini kestirmiş  oldum hemde onun daha önce geçenlerin kokusu sebebiyle güvenle gelmesini sağlanacak kanaatindeyim. sürünün güvenle geçmesine izin veriyorum ve onlar gidince beklediğim yeri hemen yeni bir taslak oluşturup değiştiriyorum.

yarım saat daha geçti, beklediğim yere göre sağ omzum hizasında bir "hırş" sesi duydum. ota bastı!!! aman Allah'ım hiç ama hiç duymadım. ne zaman geldi? nereden geldi? tecrübeli bir domuz yaptığı hatayı bilir. olması gerekenden fazla bir volümde ses çıkardıysa, nefes almadan bekler ve dinler onu bir duyan oldumu diye.bu durumda zerrece ses çıkarırsanız yaydan çıkmış ok gibi ortadan kaybolur. tam bir imtihan anıdır bu an. sabır imtihanı.ondan daha sabırlı olur ve o rahatlayana kadar beklerseniz atış imkanınız olur o an.

  gelmeden evvel burnumu temizleyip, okaliptüs özlü keskin bir çiğneme tableti atmıştım ağzıma ki nefesimin sesini kontrol altında tutabileyim. giydiğim uzunkollu pamuklu penye ses çıkarmaz sağıma doğru yavaşça dönersem. ancak hareketsiz beklemekten soğuyan, boyun eklemlerimden şüphe ediyorum. "başımı sağa çevirirsem ses çıkarabilir. bu tam bir fiyasko olur" diye geçiriyorum içimden. sağa doğru minimum ağır bir eda ile dönüyorum ve  tüfeğimi yüzüme alıp dürbün atıyorum ağır ağır. ışık oldukça yetersiz ancak 2,5... 10x52 Carl Zeiss dürbünüm benim hep güneşim olmuştur yıllardır. mevcut ışığı olabilecek en iyi şekilde kullanır ve netice almanızı oldukça kolaylaştırır.

 yok artık, bu pozisyonda ne kadar dönebileceksem sağıma o kadar döndüm ancak domuz görmüyorum derken, işte orada. sağ omzumun 35 derece kadar arkasında gördüm onu. hareketsiz bekliyor, dinliyor. 60 mt kadar bir mesafe sanırım.birden bire fırlayan nabız ve adrenalin, 4 kg k bir tüfekle125 derece kadar geriye doğru dönmüş olmanın verdiği bir bedensel rahatsızlık ve tabiki nefesini duymaması için tutmaya çalışmak, en azından kontrollü vermeye çalışmak. tüm bu faktörler işimi son derece zorlaştırırken, ne düşündüğümü size söyleyeyim." Allah'ım beni solak bir avcı yaptığın için sana şükürler olsun". ayrıca hergün rutin GYM antrenmanlarımın sonunda "twist" dediğimiz ensenize koyduğunuz bir fırça sapı ile sağa sola dönme şeklinde yapılan bir bel esnekliği hareketini hiç bıkmadan şuursuzca dakikalarca yaptığım için aklımla bin yaşayayım. solak olmasam ve belim yeterince esnek olmasa bu açıyla hedefi dürbün içine sokmam sözkonusu olamazdı. dürbünümü 30 metreye sıfırlamıştım. 60 mt ye ince bir hesap yapıp tetiğin boşluğunu alıyorum ve daha fazla yorulup sapmanın riskini arttırmadan tetiği kesiyorum.

lanet olsun. sanırım traşladım. atış yaptığım noktada hiçbir hareket yok ve 20 mt kadar üstten koşarken horasanları aşma esnasında çıktığını sandığım dökülen taş seslerini duyuyorum ve sessizlik. buz gibi ter basıyor. Mike Tyson ile ringe çıkıp 15 raund boyunca gardımı düşürsem kendime vermeyi düşündüğüm ceza yeter mi acaba?

birkaç dakika bekledikten sonra yerimden kalkıp atış yaptığım noktaya gidiyorum. vurulduğuna dair bir işaret yok. 20 mt kadar iz takip ediyorum veee Halil Mutlu'nun olimpiyat şampiyonu olduğu zamanki halteri kaldırışında duyduğu mutluluğu düşününün. önümde, cansız yakışıklı bir sırça kuyruklu canavar.

ince bir hesap hatası mı yaptım yoksa atışımın kalitesini etkileyen negatif faktörlerin etkisimi bilmiyorum, çekirdek  kızılcakoltuktan 4 parmak kadar alt vurmuş ve azılının 20 mt kadar gitmesine müsaade etmiş.

 trofeyi itina ile alıp, resimleri kamerayı tripoda bağlayıp, otomatik çekim ile birkaç poz alıyorum. güzelim Ege Denizi'ni izlerken, sahura kadar o anı binlerce kez tekrar gözlerimin önünden geçiriyorum. sahuru yapıp yatağıma huzurla süzülürken kameramı baş ucuma koyuyorum. çünkü biliyorum ki birkaç kez uyanıp, kamerayı açacak ve yakışıklı azılımı gün doğana dek birkaç kez daha izleyeceğim. tıpkı çocuğun karne hediyesi olarak alınan bisikletini o gece birkaç kez uyanıp huzurla izlediği gibi...


Özgüweb Balıkesir Web Tasarım