KURDUN EVİ - Kurzhaar von Karesi Beyliği - Burak Kabakcı

KURDUN EVİ


“TANIŞMA”

Bazı dostluklar ölümle hayat bulur.

Bazı hasretler vardır ki; ancak ölümle son bulur.

insan bu hayattan hep fazlasını ister. bunu inkar etmek boşuna. bize sunulan ne olursa olsun; o anı yaşar, mutlu olur sonra daha fazlasını isteriz bu hayattan. istekler inişli de olabilir çıkışlı da.. kimi hayattan yorulup inzivaya çekilmek ister, kimine dar gelir kabuğu… sığmaz olur, heyecan ister macera ister. kimi daha çok mutluluk ister kimi daha çok para. kimi sefadan zevk alır fazlasını ister, kimi cefadan. bu hikaye benim doğaya daha da çok ait olma isteğimle, o sırrını keşiflerle çözemediğimiz, yaşamadıkça da bilemeyeceğimiz gizemi çözmek, yaşamak için ve daha da çok içinde olmak ihtirasımla başlayan, ölümle başlayan bir dostluğun ve ölümle son bulan bir hasretin öyküsüdür.

Gizem her zaman çeker bizi içine. Her zaman cazip gelir. bilememek, keşfedemiyor çözemiyor olmak, O'na daha da sahip olma isteği uyandırır bizde. güzel bir kadın her şeyiyle size ait olduğunda bir süre sonra eski cazibesi kalmaz ama çokta alımlı olmayan bir kadın kendini vermezse, size peşinden gidersiniz hep. sahip olamazsanız, elde edemezseniz günün birinde en iyisine sahip olsanız bile aklınızda hep o kalır. çözemediğimiz her şey içimizde uhde kalır. buna olan sevda, özlem, aşk bitmez. bu hayatta ve belki diğer hayatta bile göremeyeceğimiz ama içimizden hiç eksilmeyen Allah aşkını belki birazda O'nu asla göremeyecek olmamıza verebiliriz. semboller, resimler, görüntüler, kısa filmler... çocukluğumun hayali, ulaşılmazıydı kurt. kurtlarla dost olan senaryoları konu alan filmleri, çizgi romanları, çizgi filmleri hayranlıkla tekrar tekrar izlerdim çocukluğumda. 

Yanlış hatırlamıyorsam 1999 yılının bahar ayı idi. Değerli büyüğüm Hüseyin Pir ve Bora Pir bir seyahat dönüşü işyerimize uğradılar. Sohbet nasıl oldu da oraya kadar geldi bilmiyorum ama Hüseyin ağabey birkaç telefon görüşmesinden sonra Kahramanmaraş’ta bir kurt yavrusu bulmuştu bile. Bu haberinden birkaç gün sonra yavruyu getirdik. Henüz iki aylık yavrunun içinde bulunduğu koliyi eve getirdim. Kolinin ağzını açtım. Kolinin köşesinde yerle bir olmuş vaziyette yatıyordu. Kulaklarını geriye almış yavruyu, loş ortamda hayal meyal görüyordum. Koliyi yatak odamın bir köşesine bıraktım ve onu rahat bırakmaya karar verdim. Saatlerce kıpırdamadı bile. Kolinin köşesinde hiç kıpırdamadan hatta başını bile kaldırmadan yatıyordu. Birkaç saat bekledikten sonra koliden çıkarmaya karar verdim. Bunu ilk denememde elime bir hamle yaptı. Bunu yapacağını hissettiğim için tedbirliydim ve çektim elimi. Odanın kapısını ve ışıklarını kapatıp kendi haline bıraktım onu.  Daha önce ve daha sonra birkaç kurt yavrusu daha gördüm fakat bu yavrunun karakteri diğerlerinden oldukça farklıydı. İnsanlarla geçirdiği birkaç hafta onu yozlaştırmamıştı ve hala %100 vahşiydi. Uzun bir yoldan gelmişti, aç olmasına rağmen gururluydu. Beni ısırmak için yaptığı hamle beni çok heyecanlandırmıştı ve hatta mutlu olmuştum. Elimi yalayıp, kuyruk sallayan bir köpek yavrusu istemiyordum. İstediğim karakter tam olarak buydu. Birlikte zaman geçirdiğiniz her varlık doğasını göstermelidir. Bu zaten böyledir. Koyun gibi davranan bir köpeğe veya sürüngen gibi yaşamaya çalışan bir kuşa doğada rastlamak mümkün değildir. Zira riya insana mahsustur.

O gece ikimizde hiç uyumadık. Ne o kıpırdadı yerinden, ne de ben ondan ayırabildim gözlerimi. Gözlerinde uzaklar vardı, keder vardı, korku vardı, elem vardı. Pencereden ay ışığı yüzüne vuruyordu. Gecenin sessizliği sarmıştı odamın dört duvarını. Kısık bir sesle “oğlum ne istiyorsun benden?” diye sordum sanki anlayacakmış gibi. Kendimi onun yerine koyup, sorduğum soruyu cevapladım onun yerine; “asıl sen benden ne istiyorsun!”

Diyojen’e “hayvanlardan en şiddetli ısıranı hangisidir?” diye sorarlar.

“Vahşi hayvanlardan; insanın gıyabında konuşanlar, ehli hayvanlardan ise dalkavuklar” diye cevap verir.

Hiçbir soru masum değildir bu hayatta. Cevabını bilmediğin her sorudan korkacaksın. Sana çekilen her bıçağın kınında, cevabını bilmediğin bir başka sor gizlidir çünkü…

Ailesi öldürüldükten sonra esaret altına alınmış bir kurt yavrusu. Doğu Anadolu’da,  bitmeyen mücadele kurt-koyun mücadelesi. kan davasına dönen, aslında anlaşılması zor olmayan fakat içinde olmadıkça da anlaşılamayan bir nefret hikayesi. canavar ünvanı almış, öldürüldükten sonra adeta bayramı yapılan, postunun bile dövülüp horlandığı bir ezeli düşmandır sürü sahipleri için kurt. Sürüye giren kurt bir tane almakla yetinmez çoğu zaman. Sürünün nefes alan her ferdini telef ettikten sonra rahata erer ancak. Sanıyorum bunu neden yaptığının kendisi de farkında değildir. Sürünün içinden bir tanesini alıp diğerlerini rahat bıraksa belki de böylesine bir öfkeye maruz kalmayacak. Bana gelen yavru da işte böyle bir dramın uzantısının ürünü idi. Canı yanan sürü sahiplerinin doğumdan sonra izini sürdükleri anneyi öldürüp, yuvadaki yavruları da almışlardı. yavrular infazlarını beklerlerken içlerinden birine talih gülmüştü ya da… gülmemişti! Ailesi öldürüldükten sonra esaret altına alınmış bir kurt yavrusu.  İşte onunla dostluğumuz kaderin bir kurgusuyla, bir ölümle başladı.    

Bazı dostluklar ölümle hayat bulur.

 

  O’na “Askan” diyordum. Asil kan’ın kısaltması gibi. Askan’ın, Hayatında gördüğü ilk insan annesini öldüren insan, diğeri onu alıp kafese kapatan… üçüncü gördüğü insan ise ben idim.

 

Askan benimle beraber evde yaşamaya başladı. Çekingenliğini yavaş yavaş atıyordu.  Bana geleli neredeyse bir hafta olmuştu genellikle yatağımın altında zaman geçiriyordu. Bazen be uyurken ürkekçe yerinden çıkıyor en küçük bir çıtırtıda geri dönüyordu. Elbette bu doğada yaşayan yavru bir kurdun biyolojik davranışlarından biriydi. Doğada anne ve baba yuvayı yiyecek bulmak için terk ettiğinde, meraklı fakat ürkek yavrular dış Dünya’yı keşfetmek için tıpkı Aksan gibi yeraltındaki inlerinden dışarıya çıkarlar sonra en küçük bir harekette olanca hızlarıyla yuvaya dönerler. Böylesine ürkek ve vahşi olmasına rağmen yiyecek verdiğimde öyle süratli yiyordu ki, bunun sağlığına mal olacağını düşünüp endişeleniyordum. Henüz 2-3 aylık yavruya bir tavuk budunu verdiğimde bütün olarak kemiğiyle bir defada yutuyordu mesela. Yemek yerken asla yemeğine bakmazdı. Gözü her zaman bende ya da en çok ses duyduğu evin giriş kapısına doğru bakardı. Bakışlarını asla yiyeceğine çevirmezdi. Yemeğiyle ise sadece burnu ve dişleriyle alakadar olurdu. Kulakları iki yanına dönerdi yemek yerken. Gözleri öne bakarken kulakları da sağını ve solunu kolaçan ediyor olurdu böylece. Sırtı ise yemek yerken hep duvara yaslıydı. Düzenli olarak her lokmasını yuttuğunda, diğer lokmayı ağzına almadan önce durup etrafı dinler ancak emin olduktan sonra diğer lokmayı yemeye koyulurdu.  Karnı doyana dek büyük bir süratle yemeğini nefes almadan yedikten sonra hemen yatağın altına çekiliyordu. Tamamen güvenli ev ortamında böylesine tedbiri bir yaratığın tarihin başından bu yana varlığını sürdürebiliyor olması; adının çeşitli efsanelere konu olması, defalarca kez Cihan’a hükmetmiş onurlu bir milletin varoluş destanının kahramanı ve sancağının sembolü olması zannediyorum ki ancak böylesine fevkalade sağlam ve tavizsiz içgüdüler ile mümkün olabilirdi.  

Bir gün yemeği bittikten sonra doğrudan yatağın altına girmedi. Bana yaklaştı, parmaklarımı kokladı bu defa korkusuzca ve kısmen güvenle. Parmaklarımı yalamaya başladı gözlerini biraz kısarak ve kulaklarını geriye atarak. Kuyruğu ise hafifçe sallanıyordu. Sonra yüzüme bakıp yine yerine döndü. Onu bende kaldığı bir aylık süreçte hiç zorlamamıştım, hiç elimi sürmeye çalışmamıştım. Bana kendisinin istediğinde güvenmesini beklemiştim. Bu yaptığı beni öyle mutlu etti ki, sanki beni rütbelendirmiş gibi heyecanlanmıştım. Yerine gidip yattı. O ilk adımı atmıştı, ben bu beklemediğim adım karşısında sevinçten ne yapacağımı bilmez durumdaydım. Gidip ona dokunmak istiyordum. İçimden bir ses “yapma bugünlük bu kadar yeter” dese de bir taraftan da onun yaptığı bu hamleye daha doğrusu jeste karşılık vermek istiyordum. Her zaman olduğu gibi düz bir şekilde yatıyordu. Öne uzanmış iki ön bacağının üzerine ise asla sağa veya sola yatırmadığı o mağrur başını koymuş bana bakıyordu.  Elimi çok ama çok yavaş ona doğru uzattım. Başını hiç kıpırdatmadı. Gözleri elime değil odadaki alakasız bir noktaya bakıyordu ona uzattığımı gördüğü halde. İki gözünün arasına işaret parmağımın tersiyle dokundum. Kısa ve yavaşça iki kulağının arasına doğru devam ettim okşamaya. Sonra tekrar ve tekrar… gözleri kısılmaya başladı. Belli ki bundan keyif alıyordu. Attığı sevgi adımının karşılığını verdiğim için belki, belki de gerçekten hoşlandığı için buna izin veriyordu. Bir köpeğe göre çok sert tüyleri ve derisi vardı. Kulakları bir kurt köpeğinden çok farklı ve kalındı. O dönem çok çirkindi aslında. Postundaki tüyler oldukça kısaydı. Çok ince kemikleri vardı. Kuyruğu çok ince karnı ise doğal beslenme tarzının neticesi olarak her zaman şişkindi. Bu onu daha da çirkin gösteriyordu. Ama o gözler… portakal rengi, etrafı siyah çekme sürmeli gözler. Çıkık alın çatığı üzerinde o ürkütücülüğü destekleyen çatık kaşlar. Nasılda etkileyici bakışlar öyle? Tehditkar, mağrur karanlık, gizemli. Böyle baktığında bir parça ürkerdim ondan. Fakat bana ilham olurdu. Öfkelendiğim, haksızlığa uğradığım içime kapanıp öfkemi içime hapsetmeye kalkıştığım zamanlarda onun bu bakışı bana ilham verirdi. İçimde onu yaşar onunla bütünleşir hakkımı arar ve gerekeni yapardım. Bazen o muhteşem gözler öyle sevecen, sakin ve huzur dolu bakardı ki, derdimi, kederimi unutur karşılıklı bakışarak sükunete boğulurduk adeta.

 O bir çift muhteşem bakış ve onlardan aldığım ilham öyle güçlüydü ki; istediği zaman iyilik ve huzur dolu, istediği zaman yüreğimdeki karanlık yüze hükmedebiliyordu. Elbette insan kalp gözüyle, bu bakışları nasıl görürse öyle yorumlar. Bunu hissi anlatan bir hikaye okumuştum bir kitapta;

Yaşlı adam kulübesinin önünde oturmuş, torunuyla birlikte az ötede birbirleriyle boğuşan iki köpeği izliyorlardı. Köpeklerin biri siyah biri beyazdı ve on iki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli, o köpekler dedesinin kulübesi önünde didişip duruyorlardı. Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu ve yanından ayırmadığı iki iri köpekti bunlar.çocuk kulübeyi korumak için aslında sadece bir tanesinin yeterli olduğu halde neden ikisinin birden beslediğini ve neden  illa ki birinin siyah birinin beyaz olduğunu öğrenmek istiyordu artık. O merakla sordu dedesine. Dedesi gülümseyerek sırtını sıvazladı. “onlar” dedi, “benim için iki önemli simgedir evlat”. 

“neyin simgesi?” diye sordu çocuk.

 “iyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu köpeklerde gördüğün gibi iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları”. Çocuk sözün burasında, mücadele varsa bunun bir kazanı da olmalı diye düşündü ve her çocuğa has bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:

“peki sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?” dede, derin bir gülümsemeyle baktı torununa:

“hangisi mi evlat? Ben hangisini daha iyi beslersem o!” 

Her insanın binbir maskesi, altında da iki yüzü vardır. Her insan hem avcı, hem kurbandır; hem masum hem canavardır. Ne zaman geçer bilinmez birinden diğerine. Asıl mesele, insanın ne zaman masumdan canavara geçtiği değil, ne olursa geçtiğidir.   

 “SİHİRLİ GÖZLER”

 

 

Üçüncü ayında Aksan çirkin ördek yavrusu gibiydi hala. Küçük bir armudu andıran başının üzerine konulmuş kaşık kadar büyük ve orantısız kulakları vardı. Bacakları çelimsiz bir kedi yavrusununkiler kadar güçsüzdü. Fırça kadar sert tüyleri onu okşama duygumu hiç desteklemiyordu. Tilki kadar ince bir burnu, kocaman gözleri vardı. Köpek dişleri ağzı kapalıyken bile görülebiliyordu. Tarzı onun bir köpek yavrusu olmadığını hemen gözler önüne seriyordu garip bir şekilde.  

Askan’ın güvenini kazanmıştım. Ben geldiğimde hemen mekanından çıkıp ayaklarıma dolanıyor, doğada ebeveynlerini karşıladığı gibi ağzımı, çenemi yalamaya çalışıp büyüklüğümü kabullendiğini anlatıyordu. Karnını doyurduktan sonra oyun oynamaya başlıyordu. Sonra bir kurdun uyuyabileceği en huzurlu biçimde uyumaya başlıyordu. Evde köpek beslemeyi düşünüp gürültüsünden şikayetçi olabilecek biri kesinlikle kurt beslemelidir bu durumda. Üç ayını doldurmuş bir yavru köpek hele yalnızsa yaptığı yaygarayla meşhurdur. Fakat ben onun sesinin nasıl olduğunu bile bilmiyorum. Köpeklerin yavruları gibi kaşınan dişlerinin icabına bakmak için kemirme, masa örtüsünü çekme, sehpanın bacaklarını dişleme gibi bir huyu da yok. Orada yaşadığına dair en küçük bir delil görmek mümkün değil. Askan bana güveniyordu fakat artık onu, dış Dünya ile tanıştırıp diğer insanlara, diğer hayvanlara ve çevreye alışmasını, güvenmesini daha da önemlisi kendine güvenmesini sağlamam gerekiyordu. Bu süreç hem benim hem de onun için çetin bir dönemdi.

Ona asla otur, yat hatta gel gibi basit komutları bile öğretme niyetinde değilim. Bu, hem onun, onun neslinin hem de benim için utanç verici olur. Ben onun patronu veya sahibi değilim. Ben onun bu doğasında olmayan Dünya’da yol göstericisi, yoldaşı, arkadaşı ve dostuyum. Saygın bir şekilde tecrübemi ve önderliğimi kabullenmesini bekliyorum sadece. Dilediği gibi hareket etmeli ama her şeyi öğrendikten sonra. Çevreye, kendine ve insanlara zarar vermemesini öğretmeliyim.  Kendini korumasını, savunmasını öğretmeliyim. Beni korumasını ise sadece diliyorum.  Tüm bunları becermek benim için sıradan, basit bir köpeği eğitmekten daha zor. Ben bu varlığa kendisine ve atalarına, şanına, şöhretine yakışır bir biçimde bir hayvanı değil bir çocuğu yetiştirir gibi büyütmekle yükümlüyüm.

Doğada bir kurt kardeşleriyle büyür. Tehlikeyi ebeveynleri haber verir ilk zamanlar. Daha sonra kardeşleriyle ittifak yapar. İki yerine yirmi iki kulağı, yirmi iki gözü olur her kardeşin. Tehlikenin duyulmama, görülmeme ihtimali yok denecek kadar azdır. Isınmak için sırtını kardeşlerine yaslar yavru kurt. Büyüdükçe sürüye dahil oldukça avlanmak, hayatını devam ettirmek için yüzlerce köpek dişine, onlarca güçlü pençeye sahiptir yetişkin bir kurt. Arkasını kollamak için, soğuktan korunmak için, düşmanlarından korunmak için, sırtını Aksan gibi duvara yaslaması gerekmez! “yalnız kurt” rütbesini almak için bir ağacın gölgesinde veya bir kayalığın tepesinde yalnız uluyor olarak görülmek yeterli değildir gerçek hayatta. Yalnız kurt olabilmek için önce güçlü olmak gerek. Sürünün liderine kafa tutacak, meydan okuyacak kadar güçlü olmak. Lidere meydan okuyabilmek için önce aşağılardan başlarsın. Sürünün saygınlığını, sevgisini ve üstünlüğünü kabullendirirsin önce.  Muhalefet yapabilmek için hem kılıcın hem de kalemin keskin olmalıdır sürüde. Artık sıra iktidar için meydan okumaya gelmiştir. Bu büyük vuruşmadan sonra bir yalnız kurt görülmeye başlayacaktır dağlarda.

Askan bana mecbur. Beni sevse de sevmese de bana muhtaç. Askan yalnız… Askan’ın yalnızlığı, liderin yalnız kalmasından kolay değil. O henüz küçük bir yavru.

 Yalnızlık; özgürlüğü çağrıştırır çoğu zaman. Güçlü olmayı sembolize ettiği sanılan, avunma sanatıdır aslında yalnızlık. Yalnız olmayı, o hissi yalnız kalan değil, yalnız yaşayan bilir. Yalnız kalan adam hiç kimseye yalnızlığından bahsedebilir mi? Bahsedemez. Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılırsa adı yalnızlık olmaz.

Onu, her sabah işe giderken yanımda götürmeye başladım. Trafikte insanlardan uzak olduğumuz dakikalarda arabanın içinde sürekli dönüyordu. Dönme dolaba konmuş fare misali amacı olmadan koşturuyordu arabanın içinde… sabit bir istikamette. Durduğumuz zaman ise birden gözden kayboluyor. Ancak bir kedinin sığabileceği kadar küçük bir alanda pusup insan seslerinin dinmesini bekliyordu.  Sonra yavaş yavaş alıştı bu duruma. Etrafını tepkisizce izlemeye başladı yol alırken. Tepkisizce, soğuk ve donuk. Arabadan inerken boynuna kayış takardım yanlış bir yere gidip bir kaza olmasın diye. Sonra işyerime geldiğimizde salardım koşması için. Çimenlerin üzerinde koştururdu. Koşturup yine bana gelirdi. Beni oyuna davet ederdi tüm çocukların etrafındakilere yaptığı gibi sevgiyle ve davetkar. Öylesine cömert sevgisinde, öylesine güçlü. Yorulduğunda biraz su ikram eder sonra da çalışma masamın yanına yatırırdım. Döner sandalyemin ayağına bağlardım kayışını. Yorulduğundan mıdır, teslimiyetinden midir bilinmez, hemen başını bacaklarının arasına alır uyumaya başlardı.

 Askan, bir müebbet yemiş suçlu gibi cezalı. Atalarının cezasını çekiyor aslında. Kanımızı akıttıklarında değil, umudumuzu kırdıklarında başlar ceza. Askan’ın cezası müebbet değildi. Karanlık, koca bir çaresizlikti cezası. Ben ise onun gardiyanı. Ben onun bu zorlu yolunda bir öğretmen, koruyucu, kara bir melek… onun gerçek kimliğini çevreden saklıyordum. Onun bir Sibirya Kurt Köpeği olduğunu söylüyordum ki; insanlar duydukları kırmızı başlıklı kız, canavar hikayelerinden etkilenip ihbar etmesin diye. Askan sirkte sergilenen bir gösteri hayvanı değildi. Onu bu duruma düşürmek olmazdı. Onu sakladım.

Kaderimiz neden avucumuzun içine yazılıdır bilir misiniz? Gerektiğinde gizleyebilelim diye. Çünkü güç, gizden gelir.

Bazı geceler yatağın altından çıkıp pencereye doğru bakardı. Meraklı bakışlardı bunlar. Sanki çok uzaklarda bir şeyler duymuşçasına bakışlar. O zaman anlardım sonrasında olacakları. Uyanık olduğumu onu izlediğimi belli etmezdim. Başını hafifçe yukarıya kaldırıp kulaklarını geriye atar, gözlerini kapatıp, dudaklarını büzerdi. Sonra o eşsiz güzel ses… muhteşem uluma melodisi. Bu notaları hiç bir enstrüman, hiçbir cihaz ve hiçbir ses sanatçısı bu kadar güzel icra edemez. Nefesimi tutardım dinlerken. Bitmesini istemediğim bu şarkının kadife gibi atmosfere dağılışı… Odamda yankı bile yapmayan yumuşak ve tatlı bir ses. Sonra susup tekrar pencereden bakardı bir süre. Yavaş adımlarla yatağın altına geri dönerdi. Derin bir iç çeker ve uyumaya koyulurdu.  Düşündüklerini, aklından geçenleri, hayallerini, düşlerini kim bilebilirdi ki? Pencereden gördüğü beyaz sokak lambası ışıl ışıl parlayan gökyüzünde dolunaydı onun için. Yoldan geçen arabaların lastik sesleri ağaçlara şarkı söyleten, onları birbirleriyle konuşturan rüzgarı, sokakta yuvarlanan teneke kutunun sesi ise  kayalara vuran ve küçük taşları yuvarlayan dağ keçilerinin sesini hatırlatıyordu ona beklide…

 

Ben hep onunlaydım ama bir bekleyişi vardı sanıyorum. Ailesini bulacağını düşünüyordu beklide. Ben onun yanındaydım ama ona aile olamazdım.

 Bir kurt köpeği yavrusu buldum o yaşlarda. Bu Askan için harika bir değişimdi. Bitmek bilmeyen oyunları, yemek kavgaları, kardeş gibi sarılarak uyumaları… Ayrıca bu Askan’ın diğer hayvanlarla sosyalleşmesine de yardımcı olabilirdi.

İyi vakit geçiriyorlardı. Kardeş gibiydiler. Beraber uyuyorlardı. Askan eskisinden daha neşeliydi. Kurdun ve köpeğin boyları aynıydı, kulakları, burunları.. bir şablona koysanız ikisi de tıpatıp otururdu ikiz gibi.  Fakat biri sesli biri sessizdi. Köpek hep havlar, ben gidince ağlar, sızlardı. Kurt havlamazdı, ağlamazdı. Üvey kardeşi gibi her tepkisini kuyruk sallayarak göstermezdi. Onun duygularını, isteklerini, hissettiklerini görmek için görmek.. sadece gözlerini görmek; o derin gözleri okumak yeterliydi. Üvey kardeşiyle kendinden geçercesine oynarken birden oyunu bırakıp cama doğru koşar ve uzun uzun boşluğa bakardı Askan. Birine, bir maddeye, cisme değil boşluğa bakar  ama uzun uzun bakardı. Kaybettiğiniz birinin eşyasını kokladığınızda içinizin yandığı oldu mu? Yada yıllar sonra bir daha dönemem sandığınız, çocukluğunuzu geçirdiğiniz odanıza girip hasretle kokladınız mı çocukluğunuzu? Sokakta yürürken içine hatıralar, mutluluklar gizli bir parfümün kokusunu duyup da kalabalığın ortasında öylece kalakaldığınız oldu mu? İşte Askan bunu yaşıyordu o anlarda. Bazen öyle acır ki içiniz, o acıyla değiştiğinizi sanırsınız “şimdi” dersiniz, “şimdi her şeyi yapabilirim artık”… fakat değişmek zordur. Başkası gibi görünmek kolay ama başkası olmak zordur.

Askan ve üvey kardeşi beşinci ayını doldurduklarında artık evde beslenmeyecek kadar güçlü ve zapt edilemez olmuşlardı.  Onları şehir dışında işyerimin arka tarafına yaptırdığım barınağa götürdüm. Her gün hem sabah hem akşam kafeslerinden çıkarıp çılgınlar gibi koşup oynamalarını izliyordum. Kafesten ne zaman çıkarsam ilk önce yüzüme atlıyorlar, bana sevgilerini gösteriyorlar sonra oyuna koyuluyorlardı. İnsanlar Askan’ı duyup onu görmeye gelmeye başladılar. Askan, bundan hiç hoşlanmıyordu. Bir yabancı onun mesafesine girdiğinde dışarıdaysa anlayamadığım bir şekilde ortadan kayboluyor, kafesindeyse en karanlık en uç noktaya çekilip sırtını duvara veriyordu. Kulaklarını yatırıp keskin dişlerini göstererek kükrüyordu onu görmeye gelene. Üvey kardeşi olan kurt köpeği ise gelen misafire sevgisini gösterip oyunlar oynuyordu. Doğada vahşi hayvanların kendilerine ait kendilerinin belirledikleri bir alan vardır. Bu mesafeye yaklaştığınızda yayında gerili ok gibi beklerler. Yalnız bir adım bile attığınızda ya üzerinize atlar ya da hızla kaçıp uzaklaşırlar. Bazen okuduğumuz gazetede veya televizyon haberlerinde kafesteki aslanın bakıcısını sebepsiz yere parçaladığı, öldürdüğü haberini okuruz yada dinleriz. Bu aslanın kana susamışlığından, açlığından veya bakıcısına olan öfkesinden değildir. Bakıcısı onun alanına girmiştir.

Askan’ın benden başka hiçbir insana tahammülü yoktu. Sadece ben dokunabiliyordum ona. Sadece beni gördüğünde ortaya çıkar, benim sesimi duyduğunda ise dağda bayırda her neredeyse ise çıkar gelirdi yanıma.

 

Yaprakların döküldüğü ay idi. Çirkin ördek yavrusunun kuğuya dönüşmesinin zamanı. Askan inanılmaz bir güzelliğe bürünmüştü. Küçüklüğündeki kepçe kulakları tüylerinin içinde küçücük kalmıştı. Görkemli ve simetrik başını taşıyan kalın ve kürek kemiklerine kadar kadar uzanan yelelere sahip güçlü bir boyunu vardı. Döş ve göğüs tüyleri salkım saçaktı. Gri sırt tüyleri omurgasının ortasından ikiye ayrılarak iki yanına sarkıyorlardı. İncecik bir beli ve belinin uzantısı kalın ve adaleli arka bacakları vardı. İncecik kemiklerinden eser kalmamıştı. Pençeleri ise ağzı kapalı iken bile yay gibi gerili dudaklarının altından görülebilen köpek dişleri kadar haşmetli ve ürkütücü görünüyordu. Bedenine oranla kalınlığı ve gür tüyleriyle büyüleyen muazzam kuyruğu ise izlenmeye değerdi. Uzun lafın kısası Askan artık tam bir kurttu. O ve üvey kardeşi ikisi de baskın erkeklerdi. Zaman zaman çıkan küçük otorite kavgaları başlamıştı. Birbirlerine zarar vermemeleri için kafeslerini ayırdım. Bundan sonra aramızdaki iletişim daha da güçlendi. Sabah geldiğimde beni görünce çılgına dönüyor kafesinde neredeyse parende atıyordu. Kafesten çıkar çıkmaz karların üzerinde oyunlarımızı bana yaptığı sevgi gösterilerini unutmak mümkün değil.  İkimizde iyice yorulduktan sonra onu kendi haline bırakıyordum. Genellikle barınağına gidip yatardı ama bazen bayırlara doğru koşar, gözden kaybolurdu.  Yemek saatinde mutlaka ortaya çıkardı. Bazen ortaya hiç çıkmaz, çağırmalarıma rağmen ortada görünmez, hayalet gibi ummadığım bir yerden çıkıp enseme atlar sonra da boğuşurduk. Akşam gideceğim zamanı bilir kafesine kendisi girer, huzurla hiç asilik yapmadan geçirirdi geceyi. 

 

O yıl, kış oldukça sert geçiyordu.  Bu Askan’ı pek etkilemiyordu ama diğer hayvanlar özellikle de İngiliz ırkı atım bu soğuklardan etkilenmişti. Hiç beklemediğim bir hadise gelişti. Kıbrıs’ta öğrenimimi sürdürdüğüm üniversiteye, Yüksek Öğrenim Kurulu o yıl denklik vermediği için öğrenimim Türkiye’de geçersiz sayıldı. Bunun üzerine okul kapandı ve askerlik görevine çağırıldım. Bu olay tam bir yıkım etkisi yaptı bende. Askan sadece beni biliyordu. Benden başka hiç kimse ona yaklaşamazdı. Saldırmazdı ama başka birini gördüğünde ortadan kaybolurdu. Eğer sıkıştırılırsa tehdit ederdi. Yapılacak çok şey yoktu. Kafesinin üzerini açtım. İçeriye de büyük bir yağ varilini ortadan kesip yerleştirdim. Başına ise bir bakıcı tahsis ettim. Kafesinin üzerinden yemeğini atacaklardı. Hortumla da varile su dolduracaklardı. Başka çarem yoktu. Onu öylece bırakıp gitmekten başka…

 

Oysa onunla bir bütündük biz. Onun gözleriyle düşünüyordum. Bazı günler kararsız kaldığınızda başınızı öne eğer düşünürsünüz. Ben böyle zamanlarda onun gözlerinin içine bakardım. O eşsiz çekik, çevresi sürmeli portakal gözlere. Ne yapacağımı o mucize gözler anlatırdı bana. Cesaretimi toplayamadığım zamanlarda kafesinde şuursuzca volta atarken bana bakışları cesaret verirdi, öfkelendiğimde ise beni sakinleştiren o kısık ve sükut dolu gözler. Onunla aramızdaki sevgi kimine göre çocukça kimine göre tehlikeli kimine göre karanlık hatta bilinmeyene bir yolculuk gibiydi. Bana göre ise aramızdaki bağın tarifi yoktu. Kaderinizi birleştiren küçük tesadüfler vardır. Yolunuzu onlar çizer. Bilinmezliğe giden ama sonu nereye giderse gitsin pişman olmayacağınız bir yol. İkimizin de yazgısı bu noktada aynıydı. O kafeste beni bekleyecek ben de silah altında gün sayacaktım.

 

Askerlik görevimin ustalık bölümü için Samsun’dan Ankara’ya geçtim. Dağıtım iznimi kullanmamıştım. Yasal iznimi de kullanmaya pek niyetim yoktu. Hayallerim, onu bıraktığım gibi kalmalıydı. Askerliğin yorucu günlerinden biriydi. Koğuştaki demir ranzanın üstünde kitabımı okurken uyuyakaldım. Tatlı ve derin bir rüyaya daldım. Göz gözü görmez bir tipi vardı rüyamda. Bembeyaz karların üzerinde nerede olduğumu anlamaya çalışıyordum. Sislerin içinden Askan çıkıverdi. Bana yaklaştı. Yüreğim sevinçten kuş gibi çarpıyordu. Adımlarını hızlandırdı ve bana yaklaştı. Elimi ona uzattım gülümseyerek. Elime uzandı fakat anlayamadığım bir şekilde aniden bileğimden kavradı. Bileğimi hafifçe kendime doğru çektim bırakması için… bırakmadı. Tekrar denedim fakat faydası olmadı. Gözleri sabitlenmiş gözlerime bakıyordu. Çekiştirmeye başladı. Endişelendim, heyecanlandım ve o anda uyanıverdim bileğimi çekerek. Sabah beş sularıydı herkes uyuyordu koğuşta. Bileğimi çekip aniden heyecanla uyanmamdan takriben beş saniye sonra demir ranzalar gacırdamaya başladı. Deprem! Hala herkes uyuyordu. Yüksek sesle koğuşu uyandırdım.  Herkes telaşla koğuşu boşaltıp bina dışına kaçtı. Olayın ardından on iki yıl geçti. Şimdi bile bu satırları yazarken tüylerim ürperiyor… Beni Askan uyandırmıştı.

2000 yılında yaşanan hafife alınmayacak ve hasarlara sebep olan bir zelzeleydi bu. 

Teskeremi alıp döndüğüm gece aralıksız uluduğunu söylediler.  Ertesi sabah işyerime gittiğimde hemen Askan’ı görmek istedim. Babam, duymaktan rahatsız olacağım şeyleri söylemek zorunda hissetmenin burukluğuyla, Askan’ın artık 8 aylık genç, bana ihtiyacı olan bir yavru olmadığını her gelene saldırdığını söyledi. Konuşmasını; “sanırım onun yaşamına son vermen veya doğaya bırakman gerekecek. Çünkü o, artık vahşi bir kurt oğlum.” diyerek bitirdi. 18 ay boyunca ne zaman arasam onu sorardım… her gün. Her gün, gün batımını izlerken, Ankara’nın günbatımındaki turuncu rengini izlerken Askan’ın gözlerine dalardım. O portakal sihirli gözlere. Babamı aradığımda önce annemin sonra da kardeşimin hatırını sorardım. Babam aslında onların sağlığını nezaketen sorduğumu, asıl merak ettiğimin ise Askan olduğunu bilir, ben sormadan o anlatırdı. Belli ki, beni üzmemek için onun artık zapt edilemez hale geldiğini söylememişti.

 

Ben onun bu sözlerine inanmak istemedim. Onun kafesine doğru hızla ilerledim binadan çıkmak için. Bana hoş geldin diyen tüm servis personeli endişeli ve meraklı, peşimden geldiler. Askan’ın kafesi binanın arka kapısının 50 metre kadar uzağındaydı. Binanın kapısından çıkar çıkmaz kafes tam karşımdaydı. Uzaktan başını eğerek kapıya doğru baktı içinde bulunduğu karanlık ininden çıktıktan sonra. Kalbim heyecan doluydu. Ona doğru koştukça kafesin içinde sağa sola koşmaya başladı. Aylardır ona yaklaşıldığında kapalı alandan kafesine çıktığını gören olmamış! Koşmaya başladım. O ise kafesin içinde parande atıyordu. Kalbim kuş gibi çarpıyordu, Askan çaresiz tellerin ardından ellerime, yüzüme zıplıyordu. 18 aydır açılmamış kilit küften görünmüyordu bile. Şuursuzca sağa sola koşturmaya, telleri ve kilidi çekiştirmeye başladım. 55 kişilik servis personeli beni izliyorlardı. Koşarak içeriden bir balyoz aldım ve kilidi kırdım. Kapı açıldı Askan üzerime atıldı. Ben ona sarıldım, o ise kendinden geçmişti. İlk kez yavru bir köpek gibi sesler çıkardığını duyuyordum. Yüzümü, ellerimi yalıyordu sanki beni tekrar kaybedecekmiş gibi süratle yapıyordu bunu. Ben, o, bizi izleyen herkes ağlıyordu bu tablo karşısında. Kuyruğunu bacaklarının arasına alıp kendinden geçercesine koşup sonra da benim üzerime atladı defalarca. Bir kurt 18 ay kapalı olduğu kafesten çıkıyor ve kaçmak yerine bana hasretini gidermeye özlediği dostuna doymaya çalışıyordu. Kurt evinde değildi. Yuvasından, ailesinden, arkadaşlarından uzak ama dostuyla beraberdi. Artık hasret, bekleyiş ve özlem değil, mutlu günler vardı önümüzde.

 

Askan 3 yaşına geldiğinde artık bende görevimi tamamlamış hissediyordum. Artık Askan’ın dış görünüşü kadar içi de bir kurttu. Kırlarda benimle zaman geçirdiğinde birden ortadan kaybolurdu bazen. Anlardım ki biri yaklaşıyor. Dümdüz anız tarlasında koca kurt nasıl kamufle olur inanamazsınız. Bir tek ben görürdüm onu turuncu gözleriyle. Askan yaşamı boyunca asla zararlı olmadı, asla birine veya birinin malına zarar vermedi. Kimse ona el süremedi. O kimseyi yanına yaklaştırmadı, kimse de onun yanına yaklaşmadı. Artık bir kafesi bile yoktu. İşyerimin çevresinde mevsime, rüzgara ve hava durumuna göre bir yerlerde uyur, benim onu ziyaret edeceğim zamanlarda ortaya çıkar, sonra da geldiği gibi apansız kaybolurdu. Atımı eyerlediğimde neşeyle çıkardı ortaya. Hiç yorulmazdı ben atımla dört nala koşarken bile bize eşlik ederken. Ne atım Askan’dan rahatsız olur, ne de Askan ona kem gözle bakardı. O dönemlerde fotoğrafçılık yaygın değildi. Atım çayırda otlarken, Askan’ın ona nasıl yaklaşıp atın burnunu yaladığını, atın ise buna ne kadar umarsız kalıp burnunu taze çimenlerden kaldırmak bir yana tereddüt bile etmediğini ölümsüzleştiremediğime hala hayıflanırım. Atın üstündeyken bana eşlik eden bir kurt ile ilerlediğimi görenlerin kimisi “Kızılmaske” (phantom), kimisi de “Tarkan ve kurdu” diye yakıştırmalar yaparlardı. Askan’ın efsanesi ve şöhretini duyan onu görebilmek için geliyordu fakat Askan kendini göstermeyi sevmezdi. Ziyaretçi benimle gelirse 100 metre kadar uzaktan gösterirdi kendini birkaç saniye... hepsi o kadar.  Aslında onun varlığını onun beni başkalarından kıskandığı ve rahatsız olduğu kadar bende kıskanıyordum. Askan sirkteki bir eğlence değildi. Benim oğlum en az benim kadar özgür biri ve onurlu bir kurttu ve her gelenin onu görme isteğine tahammülüm yoktu.

 

Askan ile tanışmamızın üzerinden beş yıl geçmişti. Yılın en kısa günlerinin ayıydı. Sinsi ve ani gelen bir rahatsızlığa yakalanmıştım. Yüz felci. Hayati bir tehlikesi olmayan fakat kalıcı olduğunda, tedavisinin başarısızlığında kalıcı etkileri olan bir illet. Kış kıyamet gibiydi. Doktor pencereden bakmamı bile yasaklamıştı bir ay boyunca. Daha önce vurduğum yaban domuzu parçalarını her gün belirli bir yere bırakmalarını söyledim çalışanlara. 2 hafta sonra iş yerimde bu işle görevlendirdiğim çocuk Askan’ın yiyeceğini almadığını ve hatta karların üzerinde ayak izlerinin bile olmadığını söyledi. Günlerce hiç haber alamadık. Onu tekrar bıraktığımı veya kaybolmuş olabileceğimi düşünüp beni arıyor olabilir miydi? Hep bu ihtimal üzerinde durdum. Çobanları, çiftçileri aradım. Gören, duyan yoktu. Evden çıkamıyordum, çaresizdim. Ne yapacağımı bilemeden dönüp duruyordum evde.

 

Siz hiçbir sabah uyanıp sebepsiz yere canınızın acıdığını, her şeyin sustuğunu bir şeylerin yittiğini hissettiniz mi? Ben o sabah hissetim. Bir pazar günüydü. Akaryakıt istasyonunda vardiyadaki çalışan verdi haberi… arka tarafta yapılan fabrika inşaatında, direkler için kazılan çukurların birinde Askan’ın cansız bedenini bulmuşlar. Çukur öylesine dar ve öylesine derin ki; gerilip sıçramasına imkan yok. Hiçbir kurt yardım için ağlamaz, bağırmaz... Çabalama, hırpalanma belirtisi olmadığını söylediler. Sonunu bilerek sessizce beklemiş her zamanki gibi; iki ayağı arasına başını koyup, onu bekleyen ölümü. Artık hasret bitmişti onun için.… onu bekleyen ölüm değildi aslında. Onu bekleyen atalarıydı. Onu bekleyen ailesiydi. Onu bekleyen eviydi. Kurt, artık evindeydi.

 Bazı hasretler vardır ki; ancak ölümle son bulur.

 Ne kadarda yanılmışım; O, aslında 5 yıl boyunca yaşamamıştı. Annesinden ayrıldığında ölmüştü Askan. Hikayelerdeki amacını bitirmek üzere bu alemde kalan bir ruhtan başka bir şey değildi o. Ben ona hayatı öğrettiğimi sanmıştım ne yazık… Meğerse onun kalış amacı beni eğitmek, büyütmek, bana dost olmak, yoldaş olmakmış. Meğerse bana bunları öğretmek, bana bu hikayeyi yazacak şeyleri öğreterek insanlara kurdun canavar değil; sevgiyi, yaşamayı ve hatta erdemi öğrenebilecek bir derya olduğunu, demir dağda rehberlik ettiği efsanedeki gibi insana insan gibi yaşamayı anlatmakmış.

 

Askan ölmedi. Ne zaman umutsuzluğa kapılsam ne zaman korku kuyusunun çıkmazına düşsem onun büyülü gözleri, mağrur duruşu saplanır yüreğime.  Yalnızlık esir alamaz bedenimi; Öyle anlarda yere sağlam basan pençelerinin sessizliğini duyarım yakınlarımda. Ölüm aklıma geldiğine ise sadece Askan’ın sonsuz hayatta kırlarda ailesiyle mutluluğunu düşünürüm. Açgözlülük karartamaz ruhumu; kızıl atımın yüzünü diliyle okşarken hatırlarım dostumun sözüm ona vahşetini. Sevginin gücü ise kazılı artık hatıralarımda. Hiç silinmeyecek, ölmeyecek…

 

“Sevenler ölse bile sevgi hep olacak… ve ölüm güçsüz kalacak”

                                                                      WilliamShakespeare


Özgüweb Balıkesir Web Tasarım